Gana Günlükleri ( Hakan Saylan) 4/4




Arkadaşım Hakan Saylan bu aralar Batı Afrika'da Gana'da çalışıyor.Vakit bulduğu zamanlar Gana'da yaşadıklarını  özetleyip yazıyor. Hakan'ın Gana üzerine yazdığı dört yazıyı hadi beraber takip edelim.




Gana Günlükleri  4/4

Yazan: Hakan Saylan



VOLTA NEHRİ – AKOSOMBO
Bu hafta sonu günübirlik gezimiz  Akosombo’ya. Yarısı lokaller, yarısı Çinliler ve bir de Bruni (Beyaz) yani ben olmak üzere 28 kişilik otobüsü dolduruyoruz.  Çinliler ailecek gelmişler, 2-3 yaşlarındaki çekik gözlü şirinler gezinin neşe kaynağı oluyor.
2 saatlik yolculuktan sonra Akosombo’ya varıyoruz. Akosombo başkent Akra’ya  70-80 km uzaklıkta bir kasaba, Volta Nehrinin üzerine yapılan barajın tam yanında. Volta Nehri epeyce büyük, üzerine yapılan baraj da hatırı sayılır büyüklükte. Öyleki  burada üretilen hidroelektrik enerji Gana’nın enerji ihtiyacının %70’ini tek başına karşılıyor. Barajın arkasında kalan baraj gölü Gana’yı güneyden kuzeye 1000km boyunca uzanıyor.
İlk durağımız sakin sakin denize doğru salınan Volta Nehrinin (barajdan bırakılan sularla bile epeyce geniş bir nehir) kenarında günübirlik piknikçilere hizmet veren bir kompleks. Yüzme havuzu, beach voleybol, mini futbol sahası, masatenisi masası içeren çok da büyük olmayan bir yer.
İlk aktivitemiz 15kişilik tekne ile nehir gezisi. Kaptanı tüm uğraşlarımıza rağmen barajın dibine kadar gitmeye ikna edemiyoruz. Barajdan salınan suların yarattığı girdapların altı düz olan teknenin dengesini bozacağını söyleyen kaptanımız baraja fazla yaklaşmadan geri dönüyor. Etrafta herhangibir endüstri olmadığı için nehir suları temiz. Muhtemelen tek kirlilik kaynağı biyolojik olan, nehir kenarındaki evlerin atıkları. Kıyı boyunca banyo yapan onlarca kişi var, anadan üryan nehrin keyfini çıkaran çocuklara el sallaya sallaya geziyoruz. Nehrin iki kıyısı da yemyeşil ormanlarla kaplı. Sabah geç kalıp yarım saat geç kalan lokal arkadaşa dans etme cezası veriyoruz (ceza olduğu tartışılır zaten müziği duyan yerinde duramıyor), çok geçmeden 4-5 kişi daha ona katılıyor, en son 100 kilo civarındaki de ayaklanınca kaptanımız müdahale edip herkesi oturtuyor.
Komplekse geri döndüğümüzde temizliği tartışılır havuzu pas geçip , lokallere voleybol, Çinlilere de masatenisi dersi (!) veriyorum.
İkinci durağımız Akosombo Barajı.  Barajda okulca geziye gelen birçok grupla karşılaşıyoruz, beyazla (yani benle) fotoğraf çektirmek isteyen çocuklarla fotoğraf çektirirken kendimi her yerde takip edilen –imzası istenen film yıldızları gibi hissediyorum. Lokallerden birinin tanıdığı çaktırmadan 3’ümüzü alıp barajın kontrol odasına götürüyor. Bu odadan baraj kapaklarının, enerji üreten 6 adet türbinin durumu, üretilen elektriğin miktarı vs. kontrol ediliyor. Emniyet kasklarımızı başımıza geçirip barajın kalbine iniyoruz. İçinden geçtiğimiz tünellerin üzerinden tonlarca suyun çağlayarak türbinleri döndürdüğünü düşünüyorum ancak türbinlerin, trafoların, soğutmak için kullanılan fanların gürültüsünden düşüncelerimi bile duyamıyorum.  Bizi gezdiren kişi arada birşeyler anlatıyor ancak gürültü bir taraftan Gana aksanı bir yandan pek birşey anlamıyorum. Türbin kapaklarının açılıp kapanması için kullanılan yağ hidroliğinin yağ deposununu devasalığı ,  türbinlerin dönen kocaman akslarının yanında kendimi minyatür oyuncak gibi hissediyorum.  Bütün bunları görebilmek için 30-40 metre tünel merdivenlerden iniyoruz.  Neyse ki  klostrofobik değilim de bu muhteşem fırsatın keyfine varıyorum.
Barajın kalbine yaptığımız bu habersiz gezi otobüste bizi bekleyen kişilerce pek hoş karşılanmamış olsa gerek ancak bize pek birşey belli etmiyorlar, gecikmeden dönüşe başlıyoruz. Trafik yoğun, sağlı sollu seyyar satıcılar başlarının üzerinde taşıdıkları yiyecekleri satmak için otobüsün etrafında koşuyorlar, belki dururuz diye. Kimi yengeçleri ipe dizmiş, kimi şişlere midye benzeri birşeyler geçirmiş. Şeffaf torbalarda sattıkları kır yeşil rengindeki şeyleri görünce hah diorum en sonunda taıdık birşeyler, uzaktan nane-kekiğe benziyor.  Lokaller 2şer 3er alıyorlar. Verin bakalım neymiş diye yakından baktığımda anlıyorum ki meğer 2-3 santim büyüklüğünde bütün olarak kavrulup çerez yapılmış balıkmış. Israrlara rağmen kabalık edip almıyorum, her türlü deniz yaratığını yiyebilen bana (ki İspanyada mürekkebi içinde pişirilmiş mürekep balığı, Portekizde marine edilmiş çiğ ahtapot, Güney Afrika’da salyangoz ızgara, Maldivlerde Filipin imalatı balık çerezi  yiyen ben) bile kokusu ağır geliyor. Bir sonraki durakta köylülerin sattığı yeşil mangolardan alıyorum. Tanesi kilo gelen kocaman mangoların 5’i 4TL civarında.  Otobüste yanımda oturan Ganalı mühendis ile Akra’ya gelinceye kadar mango alıp Türkiyeye ihraç ediyoruz, yetmiyor işi büyütüp büyük alanlarda üretime geçiyoruz.  Bu verimli toprakların çoğunun neden ekilip biçilmeden boş boş terkedildiğini sorduğumda toprakların devlete veya şahıslara değil çoğunlukla her köyün chief’ine  (köy ağası) ait olduğunu , çoğu eğitimsiz bu köy ağalarının toprakların üzerine oturmaktan başka birşey yapmadığını, yapmak isteyen köylü veya yabancı yatırımcılara da ayakbağı olduklarını öğrenince mango işinden vazgeçiyorum. Kızların başlarının üzerindeki sepetlerde sattıkları tütsülenmiş balıklar palamuta benziyor, acaba Türkiye’de yiyen olur mu, bu işe mi girsem acaba, balık bol nasılsa...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...