İngiltere: Başlangıçtan Bitişe, Bitişten Başlangıca ( 2/2)

Devam ediyoruz......

Okuyucu, öyle mahmur bakma sabah sabah. Gece gelirken koltuğu yatırıp yolda uyuyan ben değildim. Ama haklısın, bu ülkede yaz dışında sabahları uyanmak zor. Gün geç ışıyor. Hadi bir şeyler yiyip ülkenin en kuzeyine doğru yola çıkalım. Alarmı devreye aldık, pencereleri kapattık. Evet, burada hemen her evde alarm vardır. Bizdeki gibi demir parmaklık olmaz pencerelerde, hatta sokak kapısı kilidi bizim ev içinde kullandığımız basit modellerdendir. Alışkanlık işte. Aynen bazı İngiliz tuvaletlerinde sıcak ve soğuk su için iki ayrı musluk olması gibi. Birinden soğuk su, diğerinden kaynar su akar. İki musluk birleştirilmediği için elini soğuk ve kaynar sular arasında gezdirip yıkarsın: don, piş, don, piş. Evi gördün, her yer halı kaplı. Tamam salonu, koridoru anladım ama tuvaletler niye halı kaplı? Okuyucu, 5 seneden beri bunu halen anlayabilmiş değilim. Çıkalım. Komşuya bir selam daha. Adam soğuk mu geldi? Yok değil. Aslında İngilizler çok geyik olabilen bir toplum. İyi insanlar. Ama yanlış anlaşılma var. İngilizler soğuk değildir: ilgisizdir. Bir İngiliz’in evi kalesidir, onun dışındakiler pek önemli değildir. Hani senin derdin var, yok, ona nolmuş bu neymiş. İngiliz’e tısss gelir bunlar. İlgilenmez. Bak geçtiğimiz şu sokaklara. Çoğu evin perdesi açıktır, tül yoktur. İngiliz birisinin onun ev hayatını göreceğinden çekinmez. Der ki “pencere cam açık diye içeri mi bakılırmış canım?”. İngilizlerin kibarlığının ada milleti olmasıyla ilgisi var kesin. Japonlarda öyle. Adada yaşıyorsan kibar olacaksın, sağı solu kızdırmayacaksın küçük yer nasılsa, yarın kavga ettiğinin yüzünü yine göreceksin. Kaçacağın yer yok, naparsın? Kibar olacaksın, açık pencereleri görmezden geleceksin. Dönünce Kıbrıslı arkadaşlarına bir daha bak, sakin ve kibar olmayanı var mı? Ama gelenekler İngiltere’de etkisini yitiriyor. Şimdilerde İngiltere’nin en büyük sorunlarından biri aile kurumu. Aileler çok parçalanıyor, olan çocuklara oluyor. Gençlik sorunlu. 15-16 yaşında soygun yapan, çevresine zarar veren, içki uyuşturucu kullanan çok İngiliz genci var. Bunlara “yob” diyorlar. Hükümet deli gibi çözüm arıyor. Neyse okuyucu sen çevreye bak biraz, geçelim bunları şimdi.

        Bak bu geçtiğimiz kasaba Malmesbury.  Çok eski bir kilisesi vardır, beşinci yüzyılda kurulduğu için tarihidir. Ama kasaba en çok şu ilerdeki Abbey House bahçesinin eksantrik  sahipleri ile bilinir. Karı-koca bahçe işlerini çıplak yapmayı seviyorlar da. Kendilerini doğaya daha yakın hissediyorlarmış, istersen bir bilet alıp gezebilirsin. Ben almayayım. Şimdi geçeceğimiz yer Cirencester. Bu şehirde görülecek hiç bir şey yok adını söylemeyi seviyorum sadece “ sayrınsesta”. Hemen Gloucester yolunda , pardon “gılosta”. Niye birincideki “sesta” okunur da ikincide ki okunmaz diye sormayacaksın değil mi okuyucu? İngilizler beş yüz seneden beri neyi nasıl okusak diye tartışıyorlar, henüz sonuç yok. Bak şimdi geçtiğimiz Bourton-on-the-water kasabasını “kartpostal üreticileri birliği” düzenlemiş gibime geliyor. Bu kadar şirin ve fotojenik ikinci bir yer zor bulursun. İngiliz televizyonlarında ev düzenlemesi programları kadar antika programları da ilgi görür. O programlarda adı geçen yerlerden biri az ilerideki  Moreton-in-Marsh. Antika pazarıyla ünlü. Geçtiğimiz bu bölge İngilizlerin tatil için çokça geldiği Cotswold Göller bölgesi. Görüyorsun şirin, yemyeşil ve tarihin çok iyi korunduğu bir yer.

Okuyucu, edebiyatı sever misin? Tiyatroyu? İyi öyleyse sana bir sürprizim var, 20 dakika sonra Shakespeare’in doğduğu ve yaşadığı Stratford-upon-Avon’a varacağız. Stratford-upon-Avon İngiltere’nin ünlü Shakespeare Kraliyet Tiyatrosunun da ev sahibi. Şehir küçük, endüstri yok, halk geçimini neredeyse tamamen Shakespeare’den sağlıyor. Shakespeare’in doğduğu ve yaşadığı evler bugün de dolup taşıyor. İngilizlerin hoşuma giden özelliklerinden biri tarihlerine ve kültürel miraslarına çok düşkün olmaları. Keşke bizde de öyle olsa. Tarih deyince benzer yanlarımız da var bunlarla. İmparatorluğu kaybetmiş milletler uzun süre kendilerine gelemezler: ne onlar, ne biz bu kaybın altından halen kalkamadık. Adamların iki gıdım toprağı var, adı Birleşik Krallık. Biz de Balkanlardan Çin seddine kadar Türk var olayına yaslanırız. Neyse okuyucu yolcu yolunda gerek, öğlene doğru Stratford’u bir turist basar ki sorma, sağanak yağmurdan beter. Yakalanmadan kaçalım.

          Etrafına iyi bak okuyucu. Şimdi araba sürdüğümüz Midlands bölgesi İngiltere’nin ortasında. Midlands’in tam ortasında da sağımızdaki Leicester şehri var. Bak bu şehrin adını okuması daha da kafa karıştırıcı “lester”, hani demin  “gılosta” ve “sayrınsesta”’dan geçtik ya. Hepsinin son 6 harfi aynı, hepsi de farklı okunuyor. Ne diyordum, kafam karıştı yaa. Haah, Midlands İngiltere’nin bağrı. Küçük evinin küçük bahçesinde herkesin bahçıvanlık yapıp havaların düzeleceği günü beklediği sakin, yeşil ve tam İngiliz yerler. İngiltere’nin kalbi işte. Aynı zamanda ülkede en fazla yabancının yaşadığı yerlerden biridir, tam tezat. Burada benim doktor bir arkadaşım oturuyor. Valla, İngiltere’de doktor olmak zor zanaat, devamlı ders çalışıyor. Bizde doktor olan “iki dönüm bostan, yan gel yat Osman”. Burada her sene kursa gidip sınav olmaları şart. İngiltere’de sağlık sigortası herkese ücretsiz, her reçete için az bir para ödersin o kadar. Ama sigorta sistemi tam iyi çalışmıyor. Bazen sıra gelmesi uzun sürer, uzman doktor az. Bazı ameliyatlara 3-4 ay sonraya gün verildiği olur. Bir de biz Türklere ters gelen bir şey var, burada ölecek durumda değilseniz antibiyotik biraz zor alırsınız, vermezler. Adamlar haklı, ama bizimki de alışkanlık. Sağlık deyince bir şey daha. Birinin İngiliz olduğunu dişlerinin kötü durumundan anlayabilirsin. Diş sistemi cidden berbat, paran yoksa tedavi yok. “Eee bu bizle aynı yaa” diyorsun içinden di mi okuyucu? Öyle, aynı. İngiltere hakkında pek bilinmeyen başka bir gerçekte bu ülkenin çift hukuk sistemi kullanmakta olduğudur. İngiliz hukuku + şeriat.  İsteyen İngiliz vatandaşı her iki tarafında kabulü halinde şeriat mahkemesinde yargılanabilir. Şimdi geçtiğimiz Leicester’da da var şeriat mahkemesi. Dedim ya çok yabancı var bu şehirde, bazıları şeriat hukuku istiyor, İngilizler de veriyor.

         Basalım otoyolda ama radarlara da yakalanmayalım. Yemek için Newcastle-upon-Tyne’da dururuz, oraya kadar benzin yeter. Bak, yolda bizi  
bir trafik polisi sizi durdursa ve ehliyetim evde kalmışsa sorun değil: adımı kaydeder, 15 gün içinde evimin yanındaki karakolda ehliyetimi göstermemi söyler, bırakır. Güven ucuzdur. Vatandaşa güvenirler, hatta benim gibi vatandaş olmayana bile. Gerçi son terör olaylarından sonra Müslümanlara bakış negatife döndü ama Avrupa’nın geri kalanından iyidir yine de. Burada ehliyet almak için başvurduğunda formun arkasını bir İngiliz “şahidim” diye imzalasa noter yerine geçer. Daha çok noterlik işin varsa bankaya gidersin, gişe memuru imzalayıp altına kaşe basar olur biter, para falan istemezler. Araba alıp satarken bırak noteri üçüncü bir kişiye bile gerek yoktur: arabanın ruhsatına “sattım” yazıp imzalarsın ve polise postalarsın, bitti. İki hafta içinde polisten size kayıt değişikliği bildirimi gelir.

Mola verme zamanı.Ne zamandan beri yoldayız. Newcastle-upon-Tyne’a vardık, bak benzin ancak yetti. Benzin istasyonunda bir sandviç, bir kola 8.5 paund. Evlat acısı gibi fiyat di mi? İngilizlerin niye öğle yemeğini evden getirdiği sandviçle geçiştirdiğini şimdi anlıyor musun okuyucu?  Newcastle-upon-Tyne, bu bölgenin kültür ve eğlence kentidir. Eğlencelidir. Büyük bir kentte yaşamak istemeyip yine de müzik ve kültürden uzak kalmak istemeyenlerin yerleştiği bir yerdir.Burada evi olan çok yazar-çizer tayfası var. Gece hayatı da iyidir hani.

Abbas, hadi arabaya geri gidelim. Birazdan resmi olarak İskoçya’ya gireceğiz. Biz ülkeye İngiltere diyoruz toptan. Ama burada yaşayana sorsan Galler, İngiltere, İskoçya ve Kuzey İrlanda ülkelerinden oluşmuş Birleşik Krallık burası der. Bazıları için etnik köken önemlidir, bazıları için pub sohbeti o kadar. Biz yine topuna birden İngiltere diyelim. Aklımdayken söyleyeyim, Galler ve İskoçya’nın kendi meclisleri, İskoçya’nın kendi parası bile var. İskoç paundu İngiliz paunduna eşit ama sadece İskoçya’da geçiyor. Bak İskoçya’ya geldik ya trafik tabelaları iki dilde yazmaya başladı. Bu otoyolun sol tarafı göller bölgesidir. İngiltere’nin en hoş manzaralı iki yerinden biridir. Bir dahaki sefere sen oraya da uğrarsın. Biz şimdi Edinburgh’a çıkacağız.

Okuyucu, İngiltere’de bir şehre yerleşmeyi düşünürsen listenin başına bence Edinburgh’yı koy. Bir kere Londra’da ne varsa aynen var. Aynı zamanda daha küçük olduğu için Londra’nın trafiği, kiri, pası yok. Doğa daha yakın. Edinburgh kalesinin olduğu eski şehir civarında dolaşması çok keyiflidir. Sonra Edinburgh festivali dünyanın en iyilerindendir. İskoçya’nın başkenti olduğu için İskoçlar buraya daha bir özenle bakıyorlar. Bak İskoçya’nın diğer büyük şehri Glasgow için aynı şeyleri söylemem. Eskiden iyiymiş. Şimdi sönük bir yer. Havasıyla aramız hoş değildir, temmuz ayında donduğumu bilirim. Karnın mı acıktı okuyucu? Sandviç kesmedi di mi? Şöyle güzel bir İskoç yemeği mi istedin? Tamam, ama benden söylemesi İskoç yemeği dediğin İngilizlerin kötü yemeklerinin una bulanıp hayvan yağıyla kızartılmış olanıdır. İskoçların dünya mutfağına kazandırdıkları  arasında domuz yağında kızartılmış Mars çikolatası gibi gurme ürünler vardır. Onları yemeyi yerellere bırakalım, gel senle biftek yiyelim. Buranın Angus biftekleri şahanedir. Sonra yine yola vuracağız.

Dundee, bu kente uğramamızın tek sebebi ben ilkokuldayken Dundee United isimli takımın ismini Dandik Yunaytıd olarak söylememiz, merak ettim o kadar. Ne, boşuna vakit mi geçiriyoruz? Hiçte değil. Dolaşmanın, gezmenin mantıklı bir açıklaması olması şart mıdır? Yaptığın her şeyi mantığa göre mi yaparsın? Girip çıkalım. Ne bileyim şehirde ne olduğunu? Gelmek için plan yapmadım ki önceden. Haritada ismini görünce daldık işte. Bakalım, bakalım. Burası da eskiden önemli olup şimdilerde bütün sanayisini kaybeden yitik şehirlerden. Haklısın bir şey yokmuş. Olsun, kendi gözümüzle gördük.

Inverness’e vardık işte. Buranın kuzeyinde şehir falan yok. İnverness’te büyük bir yer değil gerçi, ama aradığın her şeyi bulursun. Şehrin tam ortasından Ness nehri geçer, nehir üzerindeki adalarda dolaşmak çok güzeldir ama şimdi rüzgar var. Bu şehirden sonra yollarda yavaş gidebileceğiz. Daha kuzeyde pek insan yaşamaz, giderek ıssızlaşır. Kuzey İskoçya’da yollar tek şerittir zaten, özel mülkiyetten geçtiği için. Karşıdan bir araba gelse durur geçmesini beklersin, iki araba yan yana aynı yoldan geçemez. Gel, kalenin yanındaki pubda kahve içelim, kafein krizim tuttu. Bizimkiler sigara yasağına karşı çıkıyorlar, ama boş ver okuyucu, alışırlar. Bak İskoçya’da da aynı uygulama 2006’dan beri var. Tıkır tıkır çalışıyor, herkes memnun. Üstelik bunlarda sıkıyönetim var. Sıkıyönetim ne mi? Zaten sorasın diye açıklamadım. Soracağını biliyordum. Gece 12’den sonra barlara, publara giremezsin. Hala açıktırlar ama içeri yeni müşteri alamazlar. Yasak. 12’den sonra sigara içmeye dışarı çıkan tiryaki bir daha içeri giremez. Onun için gece yarısından sonra sigara içmeye ara veren çakma yeşilaycılar çok bu kentte. Biraz daha yolumuz var, en kuzeye. Hadi gel.

Birleşik Krallık’ın en kuzey noktasındayız, burası John o’Groats köyü. Daha çok sürmek istesekte daha ötesi yok artık. İngiltere’yi uçtan uca geçtik seninle. Dün seninle Land’s End’e gitmiştik ya, hani ne güneydeki nokta. John o’Groats ‘ın takma adı Land’s End’le  aynı:  “başlangıç ve bitiş noktası”.  “Burada İngiltere’nin ilk ve son dükkanı bulunuyor” yazısının altında fotoğrafını çekmemi ister misin? Yok, sağol, çekme benim fotoğrafımı, sevmem.  Hop hop, dur! Çekme o çocuğun fotoğrafını da! Yasak, valla alırlar içeri. İngiltere’de çocuk sevicilerinin önüne geçebilmek için çıkan kanuna göre çocukların fotoğrafını anne babasından izinsiz çekmek hapse girme sebebi. Aman gözünü seveyim okuyucu, döndür o kamerayı. Hah şöyle.

İskoçya viskinin anavatanı ama canım Guinness çekti, gel okuyucu gel girelim şu pub’a. Zaten hava da buz gibi. İçelim birer sıcak bira. Bu ülke havadan bağımsız olarak daima sıcak bira ikram etmeyi becerebilenlerin yeri. Guinness iyi geldi. Biraz da elma birası “cider” içmeli. Gerçi burada yeni yetme içeceği olarak bilinir ya neyse. İçinde biraya göre daha fazla alkol olduğu ve fiyatı aynı olduğu için içmeye yeni başlayan delikanlılar hep cider ısmarlar. İki birayla acayip gevşedim valla.

 Okuyucu, burası tam bana göre, deniz var, fazla insan yok, istediğim zaman çıkarım piyasaya, istediğim zaman yok olurum. Ben biraz daha takılayım burada. Yol benim için burada bitiyor. Al bu anahtarları, yolcu artık sensin. Harita mı lazım? Benim haritam var, ama kullanmanı tavsiye etmem. Gitmen için başkasının haritasına ihtiyacın yok. Önce hayal et, sonra sür, sonra herkese anlat. Güle güle yolcu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...