İngiltere: Başlangıçtan Bitişe, Bitişten Başlangıca ( 1/2)

      
        Beş seneye yakın ev bellediğim İngiltere’yi size aktarmayı erteleye erteleye en sona bıraktım. Anlatmaya bir yerden başlamak lazım, dinleyin o zaman. Bir  ara “bilgi” nedir diye takmıştım: “özünde nasıl bi şeydir, nasıl öğrenilir, nasıl aktarılır?” üzerine ne bulsam okuyordum. Bilgi konusunda 20. yüzyılın en önemli düşünürlerden biri de Michael Polanyi. Adam önce kimyagermiş, sonraları ekonomist olmuş ve en sonunda felsefe dersleri vermiş, her yol var yani, güzel. O sıralar yaşadığım Amerikan şehrindeki kütüphanede Polanyi’nin kitaplarını aradım. Tuğla kadar bir kitap buldum: “Kişisel Bilgi”. 1967’de kütüphaneye satın alınmış, o zamandan sonra sadece bir kez, o da 1971’de, ödünç alınmış. Raftan bir daha alınmak için 35 seneden fazla beni beklemiş. Polanyi demiş ki “ Bilginin çeşitleri vardır: bir kısmı resmidir ve formüle edilebilir. Dolayısıyla başkasına kolayca aktarılabilir. Bir kısım bilgi ise kişiselleşmiştir. Kişi, içselleştirdiği bilgiyi nasıl bildiğini bilemez, bu çeşit bilgiyi aktarmaya kalkarsa hep bir şey eksik kalacaktır. Dolayısıyla iyi bildikleriniz eğer basit ve formüle edilebilir değilse karşınızdakine asla tam olarak aktarılamaz.”. Bu girişi yaptıktan sonra “ İngiltere nasıl bir yer?” sorunuza cevap vereyim “ Bilemem. İngiltere’yi anlatabilmek için gereğinden uzun kaldım oralarda, isterseniz ülkeye iki haftalığına giden birine sorun. Onun anlatacağı daha çok hikayesi olabilir.”.  Ey okuyucu, boş ver sen benim karalamalarımı. Ben sana bir şey anlatmaya kalkmayayım, böyle olmayacak. Gel seninle Birleşik Krallığın sokaklarına, bahçelerine, soluk benizli insanlarına ve havayla bozmuş İngiliz beyninin kıvrımlarına vuralım kendimizi. Arabada yanıma otur, ben süreyim, sen gör.

            Gezi listemiz ortaya karışık: popüler yerler, turistlerin öldürsen uğramayacağı yerler ve İngiliz kimliğinin dışarıdan kolayca gözükmeyen katmanları bir arada. Çorba gibi yani, böylesi daha iyi, inan bana. Yola Swindon’dan çıkacağız. Swindon’ın nerede olduğunu bilmemen çok doğal, yoldan çevirdiğin bir İngiliz’e sorsan büyük ihtimal o da bilmez nerede olduğunu. Swindon, Londra ile Bristol’un ortasında bizim İzmit benzeri endüstriyel bir şehir. Pek bir numarası olmayan önemsiz bir yer, benim ev orada. Yola çıkmadan önce kahvaltı edelim. Evin salonu dar mı geldi? Hiç değil, okuyucu. Burası İngiltere. Evim büyük bile. İngilizler apartmanda yaşamak yerine müstakil evleri tercih ediyorlar. Küçük bir adada herkes müstakil ev isterse toprak fiyatları aya kadar çıkar, burada olduğu gibi. Evler müstakil kalır, ama küçülür de küçülür. Buradaki iki katlı villaların çoğu 100 metrekarenin altındadır. Önünde küçük bir bahçesi olan bu evlerin aylık belediye vergisi 300 TL’den başlar, dikkatini çekerim okuyucu aylık dedim, 300 TL dedim. Kira gibi belediye vergisi yani. Biraz daha çay vereyim mi? İngiliz çayı nerede mi yetişiyor? Dünyaca ünlü İngiliz çaylarının hiçbiri İngiltere’de yetişmiyor. Artık İngiltere’de hemen hiçbir şey üretilmiyor zaten. Finans merkezi burası, dünyanın parası bu ülkeden geçiyor. Biraz da eskiden sömürgecilik günlerinden kalma bağlantılarını kullandıkları komisyonculuk işleri falan. Sanayi devrimini gerçekleştiren ülkede artık sanayi yok, hükümet sanayi ayakta kalsın diye uğraşmıyor bile. Bilgi çağı, yenilikçilik, tasarım üzerine yatırım yapıyor. Hadi çıkalım. Kapıda su şişeleri mi var? Onlar belediyeden. Nadir de olsa su kesintisi oluyor burada, bakım-bonarım için. O zaman kesintiden bir hafta önce evlere su bırakıyorlar, bakalım bu kesinti ne kadar sürecekmiş? Üç saat, üç şişe su. İnanmayacaksın ama İngiltere’de su sıkıntısı olan bölgeler de var. Barajların kapasitesi bazı bölgelerde hızla artan nüfusa yetişemediği için iki ay az yağmur yağsa su yetmemeye başlıyor. Biliyorum, yağmur ülkesinde su sıkıntısı garip, ama böyle işte. Neyse okuyucu hadi bin arabaya. Dur ben şu çöpü çıkarayım, malum bugün çöp toplama günü. Komşuya hafif bir selam ve yola çıkış.

            Sokaklar dar değil mi? Aslına bakarsan özellikle iki araba yan yana geçemesin diye planlanmış bunlar. Ara sokaklara arabaların girmesi istenen bir şey değil. Şehir planlamacılar buralara ,sadece işi olan girsin diye, “trafiği yavaşlatma” yöntemleri uygulamış: bol viraj, hız tümsekleri, çok düşük hız limitleri. Onun için İngiltere’de mahalle arasında yol bulmak kabus gibi bir şeydir. İlerideki şu yeni pub’ı görüyor musun? İlginç bir hikayesi var. Bak burası yeni mahalle, her şey yeni planlanmış, altyapıyı devlet hazırlamış sonra üzerine villalar inşa edilmiş. Pub’ın olduğu arazi imar planında sağlık ocağı olarak ayrılmış, ama siteye yerleşenler ”civarda sağlık ocağı zaten var, bize pub lazım” diyerek planı değiştirtmişler. Sonra gördüğün pub yapılmış. Pub deyip geçme, İngilizler için çok önemlidir. Sanayi devrimi başladığında  köyden fabrikalara çalışmaya gelenler için yeteri kadar ev yokmuş, insanlar mecburen aileleri ile birlikte mutfağı ve salonu olmayan odalara sığışmışlar. Yer olmadığı için ne evde yemek pişebiliyor ne de kimse kimseye misafirliğe gidebiliyormuş, işte “public house”  ( halk evi-Pub) bu ihtiyaçtan doğmuş. Şimdi girelim şu pub’a kucağında çocuğuyla yemeğe gelen ev hanımından, işe gitmeden önce bira içmeye gelen inşaat işçisine, en tepedeki yöneticisinden, çöpçüsüne herkese rastlarsın. Yerel pub’lar hep böyle. Büyük şehirler farklı ama. Yemek servisi yapan pub’larda nedense hep “iyi yemek” diye reklam yapılır. “Lezzetli yemek, nefis yemek” yazmaz.  Adamlar gerçekçi de ondan, İngiliz mutfağı denilen şey tat değil doyuruculuk üzerine kurulu: haşla, kızart, mideye indir. Ülkede İngiliz lokantasından çok Hint lokantası var zaten.

Gel ilk önce bir deniz havası alalım senle okuyucu. Bu adada en çok özlediğim şey deniz, ne garip di mi? Swindon’dan en yakın deniz kıyısı bir buçuk saat, hafta arası gelinmiyor yani. Şimdi yönümüz Bournemouth sahili. Yolda Marlborough’dan geçeceğiz, severim ben bu küçük şehri. Marlborough eskiden Londra-Bath yolunda önemli bir durakmış, halen İngiltere’nin en genişi olan ana caddesi kim bilir neler görmüştür? Ben buraya her geldiğimde şu ağaçtan  toplar satan dükkana uğrar ve her seferinde halen açık olmasına şaşırırım. Dükkanda çeşitli boylarda tahta toplar dışında şey satılmıyor. “Ne yapılır bu toplarla?” diye dükkan sahibine sordum: “dekoratif olarak sonsuz olasılık var, al istediğin renge boya istediğin şekle sok” dedi. Demek ki adama inananlar var. Marlborough yakınlarında Stonehenge var. Hani şu eski pagan anıtı, taşları yuvarlak şekilde dizmişler ya. Ben olsam gitmezdim ama madem istiyorsun okuyucu, tamam oraya da uğrayalım.

            Bak şu ortadaki yuvarlak şekilde dizilmiş taşlar Stonehenge. Ziyaretçi merkezinden biletle beraber bir elektronik rehber al okuyucu, yok bana lazım değil çok kişiyi getirdim buraya ne dediğini biliyorum. Stonehenge için diyecek ki “ bu taşlar pagan törenleri için dikilmiş olsa gerek ama niye burada bilmiyoruz, sonra kim getirdi bilmiyoruz, tam olarak ne işe yarardı bilmiyoruz, aslında taşların orijinal dizilişlerini de bilmiyoruz. Stonehenge, çok değerli bir Dünya mirasıdır. ”.  Hadi gidelim. Deniz daha ilginç.

Bournemouth, İngiltere’nin küçük ama adı bilinen tatil beldelerinden biri. 10 kilometrelik koca bir kumsalı var. Şehrin arkası çam ormanları, şehir bakımlı. Biz doğrudan sahile inelim okuyucu, iskele civarında dolaşması keyifli oluyor. Sıcaklık kaç derece mi dedin? Bugün sekiz derece. Denize bu havada nasıl mı giriyorlar? Üstelik çamur gibi denize bu kadar dalga varken girilir mi?  Ooo, dur bi dakka okuyucu. Çıkar bakayım o Akdenizli gözlüğünü. İlk sorundan cevaplamaya başlayayım. Sekiz derecede deniz girilir mi dedin di mi? Bu İngilizlerin kanında anti-friz olduğunda kuşkulanıyorum. En soğuk havada bile üzerlerine bir tişört atıp çıkarlar, sonra titrerler ama ses etmezler. Sokakta soğuktan dudakları morarmış çocukları sen görürsün, anneleri “hava soğuk değil ki” der çocuklar da dert etmez. O çamur gibi dediğin deniz İngiltere’nin en iyilerinden. Boşuna mı her yaz İngilizler İspanya kıyılarını istila ediyor, boşuna mı Marmaris İngilizleşiyor? Geçenlerde anket yapmışlar, İngilizlerin %60 ı başka ülkelere göç etmeyi planlıyormuş. Havanın etkisi büyük bu cevapta. Güneşi gördüler mi hemen açılır saçılırlar zaten. Sen güneşi gördün mü kaç bu ülkeden: ne kadar bira göbeği yapmış obez kadın,  ne kadar 11 aylık hamile görüntüsünde adam varsa açılırlar. Avrupa’nın en şişman kadınları bu ülkededir bu arada. İngiltere kıyılarında gelgit farkı fazla olduğu için iskeleleri uzun yaparlar, gel bunun en ucunda çay içilecek bir yer var. Biraz serindir ama denizin üzerinde yiyip içebileceğin pek yer yok bu ülkede.

Bournemouth’tan batıya Bath’a gidiyoruz şimdi. Ne oldu okuyucu rengin sararmış, araba mı tuttu? Hızlı mı gidiyorum küçücük yolda? Hayır yavaşlamayacağım, kurallara uyuyoruz. Sıkıysa uyma, bu ülkede 20,000’den fazla hız radarı var. Bak şu sarı kutuları gördün mü? Onlar radar. Burası ada, dar yani, adamlar her karış toprağı değerlendiriyor Yol kenarlarında emniyet şeridi ancak büyük yollarda olur. Bu da şehirlerarası yol ama yok işte. Merak etme yol fazla uzun değil.

 Geldik işte, burası Bath. Bath “hamam” demek, şehir Romalılar zamanında bir kaynağın çevresine kurulmuş. O zamandan beri de turistleri kendine çekmeyi bilmiş. Uzun uzun şehirde turlamayacağız. Ben seni buraya kartpostal turistliği yapasın diye getirdim okuyucu. Geldin mi geldin. Bath’ın zevki iki saatte çıkmaz, güzel bir şehirdir, daha çok vakit geçirmek lazım. Ama gel Royal Crescent’ta bir fotoğrafını çekelim, buranın en tanınan binalarındandır. Sorarlarsa gittim dersin, ama sonra sen yine gel. Bu binalar, bu nehir, bu şirin sokaklar İngiltere’nin başka yerlerinde  zor bulunur.

Sırada Bristol var. Burası eskinin en heyheyli şehirlerinden. Liman şehri. Bugünlerde bana göre pek bir şey yok. Resmi olarak İngiltere’nin en iyi Japon lokantası burada, Londra’da değil. İkinci en iyi Japon lokantası da Swindon’da. Niye anlattım bunu? İngiltere’de her şey tek şehre yığılı değil, iyi bir şey. Buraya geldik madem, limanda turlayalım biraz, şehrin en görülesi yerlerinden biridir. Yok, oraya park edemem. Niye mi? Otomatik park parası ödeme makinesi var, ama en fazla bir saatlik parka izin veriyor. Ceza yememek için bir saat sonra gelip yeniden ödeme yapmam lazım, yetişemeyiz. İngiltere belediyeleri için park cezaları çok iyi bir gelir kaynağı. Ödediğin süreden 5 dakika fazla park et, anında cezayı yersin. Gece bu şehirde iyi müzik olur okuyucu. Müziğiyle bilinen İngiltere’de canlı müzik yapan pub bulmak o kadar kolay değil artık. Belediyeler  gürültü olmasın diye sadece evlere uzak yerlere canlı müzik ruhsatı veriyor, Bristol o bakımdan şanslı. Başka zamana artık.

            Bristol’den güney batıya doğru sürmeye devam ediyoruz, okuyucu. Bak şu soldaki yola girersek Cheddar kanyonuna varırız. İngilizler pek sever bu bölgeyi. Cheddar peyniri ilk olarak bu köyde üretilmiş, şimdi  sadece çakma cheddar peynir mekanı: başka yerde üretip burada satıyorlar. Sağdaki yoldan devam edersek Weston-super-Mare’ye varırız. Burada gelgit olduğunda deniz 15 metre çekilebilir, 2 saat önce deniz olan kilometrelerce alan boş kalır. O zaman yürümek hoş oluyor, garip bir duygu. Ufak gölcüklerde suyun gelmesini bekleyen balıklar, onları yemeye çalışan martılar, kuma gömülen yengeçler. Kendi kendine diyorsun ki “ abi 2 saat önce burası 15 metre derindi, şimdi kara, işe bak”. Ama çok da hayale dalmaya gelmez burada. Su gittiği hızla geri gelir, onun için her yer uyarı levhası dolu.

            Okuyucu, bu bölgenin adı Cornwall. Birleşik Krallıkta İskoçya’nın göller bölgesi ile birlikte benim en sevdiğim iki yerden biridir. Doğa güzel, çevre bakımlı, evler şirindir. Üstelik İngiltere’de yiyipte hoşuna gidebilecek tek yerel yiyecek olan “Cornish pasty”’nin mekanıdır. Cornish pasty, bizim böreklerin malzemesi çok bol olup, yarım ay şeklinde ve çeyrek ekmek büyüklüğünde hazırlanmış olanı. Yeme de yanında yat. Bak bunu başka İngiliz yemeğine söylemem mümkün değil, gördük mü ısmarlayayım sana.

          Arabayı sürdük, sürdük ve sonunda adada olduğumuzu bize hatırlatacak şekilde yolun sonuna geldik. Yol bitti. Okuyucu, buradan ötesi deniz. Olduğumuz yerin adı Land’s End, yani “Karanın Sonu”. Burasının takma adı “başlangıç ve bitiş noktası”dır. Niye? Amma da çok “niye” diyorsun  okuyucu, bana benzemeye başladın. Çünkü, Birleşik Krallık’ta yapabileceğin en uzun kara yolculuğun buradan başlar ya da biter. Burası en güneydeki uç, en kuzeydeki John o’Groats’a 874 mil yol var. Yarın gideceğiz John o ‘Groats’a. O gördüğün “Karanın Sonu” tabelasının fotoğrafını çekmek bile paralı, 5 paundun varsa. Niye bütün turistler aynı yerde aynı fotoğrafı çekmek ister? Koyun sürüsü gibi aynı şeyi yapınca niye mutlu hissedilir ki? Tamam, sen de çek fotoğrafı okuyucu, ben biraz oturacağım deniz kenarında. Gece eve geri döneceğiz, Swindon’a. 




 Yazı devam edecek....
          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...