16. yüzyıla ait Afrika haritalarına bir şekilde rastlarsanız, gözleriniz kıtanın içlerine doğru kayar. Çünkü haritalarda kıtanın içleri tamamıyla boştur, oralara gidip geri gelebilen hiçbir beyaz olmadığı için harita çıkarılamamıştır henüz.
Kıyılarda ise sadece, beyazlara açık bir kaç liman ve ufak ticaret kolonisini görürsünüz. Bu limanlara çoğu zaman limandan taşınan malların isimleri verilmiştir. Örneğin Níjer Deltası'nın eski ismi Palmiye Yağı Sahili, Gana`nın eski ismi Altın Sahili imiş. Uzun sure seyahat ettiğim Lagos ve çevresinin eski adı ise Köle Kıyısı'dır.
KÖLE TİCARETİ
Afrika, Avrupa'nın uzun sure boyunca fildişi, palmiye yağı ve altın ihtiyacını karşılamış. Avrupalılar getirdikleri süs eşyaları, bakır teller ve barut karşılığında fildişi ve palmiye yağı satın almışlar. Altın almak için ise daha dolambaçlı bir yol izlemek zorunda kalmışlar; getirdikleri malları ilk önce Köle Kıyısı'na (bugünkü Lagos ve kuzeyi) getirip burada Afrika'lı tüccarlardan köle satın almışlar. Aldıkları köleleri Altın Kıyısı'nda (bugünkü Gana) zengin Afrika'lılara altın karşılığı satmışlar. Bu ticaretin çalışabilmesi için köle ticaretinin altyapısının hazırlanması gerekmemiş ; zaten yüzyıllardır Afrika'da kölelik günlük yaşamın bir parçası olarak sürüyormuş. Bazı tahminlere göre çok eski tarihlerden beri Afrika'lıların 30%'u ile %60'i köle olarak yaşamışlar. Kölelik, Afrika sosyal yapısında yeri olan bir kurummuş, yeteri kadar ürün alamayan ve dolayısıyla aç kalan bir köylü elindeki tek şeyi; özgürlüğünü satarak hayatta kalmayı başarabiliyormuş. Bunun yanında çok çocuklu ailelerde büyük erkek çocuklardan biri evlenmek isterse ve gerekli başlık parası yoksa kardeşlerinden birini ya da birkaçını köle olarak zenginlere rehin verebiliyormuş. Borcunu ödeyebilirse kardeşini geri alabiliyormuş, yoksa kardeşi köle olarak kalıyormuş. Bunun yanında günlük işlerde çalıştırmak için köle kaçıran kabilelerde her zaman var olmuş. Örneğin Nijerya'lı Igbo'ların komşu kabilelere sadece köle almak için saldırdıkları da oluyormuş. ihtiyaçlarından fazla köleleri olduğunda bunları pazarda satmaları da normal bir durummuş. 11.yüzyıldan kalma kayıtlar 1000'den fazla kölesi olan ve bunun ticaretini yapan Afrika'lılardan bahsediyor. Bu ticaret günümüze kadar sürmüş; Orta Afrika ülkelerinden Nijer köleliği 2003 yılında kaldırdığında ülkede en az 6000 köle olduğu sanılıyordu.
Avrupalıkların köle ticaretiyle ilgileri ilk başlarda çok sınırlı olmuş. Kayıtlara göre 1441-1600 arasında yılda 2500 Afrika'lı köle olarak taşınmış. Amerika'nın kolonileştirilmesi ve Avrupa'nın dizginlenemeyen şeker ihtiyacı 1600'lardan sonra köle ticaretinin çok büyümesine yol açmış. 1600-1870 yılları arasında 8.5 ila 13 milyon arası Afrika'lının köle olarak Amerika kıtasına gönderildiği sanılıyor. Köle ticaretinin bu kadar büyük rakamlara çıkması Afrika'da sosyal yapının bozulmasına ve nüfusun düşük kalmasına yol açmış. Köle ticaretinin eskiden ana merkezlerinden olan Lagos ve hemen yakındaki Bagadry şehirlerinde köle pazarları bugün müze olarak korunuyor. İngilizler 1807 yılında köleliği yasaklamışlar. Lagos halkı da İngilizlerin bölgeye yerleştiği 1820 sonrası köle ticaretinden kurtulmuş. Şehir İngilizlerin Bati Afrika'daki ticaret üssü haline gelmiş. Bugün eski geleneklere göre Lagos'a isim versem ona Ticaret Kıyısı derdim.
YÜRÜYEN PAZAR
16 milyonluk Lagos'un yolları aslında 500binlik bir nüfus için planlanmış. Trafiğe yakalanma olasılığınız neredeyse 100%. Nijeryalılar trafik sıkışıklığına bir de isim takmışlar: "yavaş giden". Bugün Viktorya adasından yola çıkıp depomuzun olduğu Ikorodu bölgesine gidiyoruz. Adayı ana karaya bağlayan köprüde trafik sabahın altısından akşamın sekizine kadar tıkalı. Bu sıkışıklık satıcılar için yeni bir fırsat yaratmış: trafikte bekleyenlere yönelik "Yürüyen Pazar". Trafik iyice yavaşlayıp sonunda duruyor. Nijerya gazetelerini ve birkaç aylık eski dışarıda basılmış haber dergilerini zorlukla taşıyan çocuk, arabada beni görünce koşturup cama Newsweek'i dayıyor. Gazetelerini de kaputa koyuyor. Trafik biraz açılır gibi oluyor. Ne kadar ilgilenmediğimi söylesem boşuna, illa ki bana eski dergilerden birini satmaya uğraşıyor. Görünen o ki yükün altında yorulan gazeteci, yükünü biraz bize taşıtacak. Kaputta gazeteler, camda dergi, yanımızda satıcı yavaş yavaş ilerliyoruz. Yandaki arabalardan biri gazete istiyor, bizimkisi hemen veriyor. Üzerinde sadece şort bulunan kısa boylu bir diğer satıcı kafasının üzerinde dengelediği kıymalı börek tepsisine dikkat ederek koşturuyor. Kucağında taşıdığı ekmeklerden önünü göremeyen yaşlıca biri yan yürüyerek alıcı arıyor. Bir kolu omzundan itibaren olmayan kör bir özürlü ufak bir çocuğun elinden tutmuş, dileniyor. Çocuk beni görünce adamı hızla çekiştirip arabanın sol yanına geliyor. Para istiyor. Gazeteci çocuk yeterince dinlenmiş olmalı ki, gazete ve dergilerini kaputtan alıp arkamıza doğru yürümeye başlıyor. Dilenci bir kaç dakika sonra benden para çıkmayacağını anlayıp başka arabalara seğirtiyor. Sakız ve bisküvi satıcıları kümelenmişler, 6-7 si ayni yerde. Malları az ama hepsinin sattıkları markalar ayrı, arada Saray ( Karaman'dan) bisküvileri dikkatimi çekiyor. Toz almak için birbirine sıkı sıkı tutturulmuş tüyler satan iki kişide ard arda yanımızdan geçiyorlar. Sonra elinde yam (bir çeşit çok büyük patates) torbaları olan bir kadın küçük bebeği sırtında olduğu halde arabaların arasından bize doğru ilerliyor. Bebeğine beyaz adamı (beni) gösteriyor. Bebek ağlamaya başlıyor. Şoför atlıyor "bizde çocukları seni beyaz yamyamlara veririm diye korkuturlar, ağlaması ondan herhalde" diyor. Birkaç dakika durmadan hareket ediyoruz, tam yol açıldı derken yeniden duruyoruz. Arka tekerlekleri havada ön kısmı büyük bir su birikintisine gömülmüş olan minibüs trafiği tıkıyor. Yağmur suları yoldaki büyük delikleri doldurmuş, minibüslerden biri deliği sığ sanarak geçmeye çalışmış, o kadar. Yolcuların bir kısmı minibüsü çukurdan çekmeye çalışıyor, diğerleri bekliyor. Tam o sırada diğerlerinden farklı bir satıcı yavaş yavaş arabamıza doğru geliyor. Bir elinde fare kapanları, diğer elinde fare zehirleri var. Onu diğerlerinden ayıran özelliği, sattığı malların çalıştığını da göstermesi; boynuna ipe dizdiği ölü fareleri asmış. Minibüsün yanındaki kalabalığı görünce boynundaki fareleri eline alıp sallamaya ve bir yandan da fare zahirinin ne kadar güçlü olduğunu bağırmaya başlıyor. Kimse etkilenmişe benzemiyor. Ayrana benzeyen tatlı bir yoğurt içeceği satan adam, yanımızdan geçen arabadan kaçmak için kendini bizim arabanın önüne atıyor. Bizim şoför kızıyor, atışıyorlar. Trafik açılıyor, yürüyen pazarın canlı reyonları arasından bir şey satın alamayacak kadar hızla geçiyoruz.
HASAN ŞAŞ
Paşabahçe...Nereye gitsem karşıma çıkan iki Türk Markasından biri (diğeri Ülker). Şimdiye kadar gördüğüm 60 kadar ülkede Paşabahçe ile karşılaşmadığım hiç olmadı. Ama Lagos'ta trafikte bunalmış yolun açılmasını beklerken yoldaki yüzlerce satıcıdan biri burnuma Paşabahçe bardak takımını dayayınca şaşırdım.
- Arkadaşım bardak ister misin?
- İhtiyacım yok.
- Ama bunlar iyi,hem İtalyan bak.
- Ne İtalyanı? Bunlar benim ülkemden, Türk malı.
- Türkiye'den misin?
- Evet?
- Sizin takımı Dünya Kupasında seyrettim. Sonra Galatasaray, Hasan Şaş. Okocha'yı bilir misin?
------
Nijerya halkı yediden yetmişe futbol tutkunu. Sokakta biriyle konuşmak isterseniz futboldan söz açın hemen ortak bir nokta bulursunuz. Nijerya'lılar Türkiye'nin yerini bilmeyebilir ama Türkiye'den üç ismi çok iyi biliyorlar; Galatasaray, Türk Milli Takımı, Hasan Şaş. Diğerlerini geçelim bir kalem. Hadi Galatasaray'ın ve Türk Milli takımının tanınmasını anladım (ki bir Fenerbahçe'li olarak GS' yi kıskandım), Hasan Şaş'ı neden ve nasıl tanıyorlar, ben çözemedim. Hatta bir kaç yerde arkasında Hasan Şaş yazan formaların satıldığını gördüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.