Viktorya Selalelerinde 3 gun ( Zambiya)

Günlük koşturmacadan bayıldığım bir anda yol kenarındaki bir reklam dikkatimi çekti, kocaman bir şelale fotoğrafı ve birkaç adamın keyifli yüzleri ile naneli bir şekerinin reklamı yapılıyordu.

Gözüm ürüne değil ama şelaleye takıldı, geniş, büyük ve etkileyici gözüküyordu. Bu resme daha önce birkaç yerde daha rastladığım için neresi olduğunu biliyordum: Zambiya'daki Victoria şelalesi. Daha önce buraya gitmek aklıma hiç gelmemişti yolculuk etmek için her zaman bahane arayan ben, bu sefer naneli şeker reklamının hatırına kendimi Zambiya uçağında buldum.

Havaalanından otelin aracına atlayıp yola çıkıyoruz, otelimiz havaalanına 40 km kadar uzaklıkta. Yolun henüz yarısındayken ileride beyaz garip şekilli yere yakın bir bulut dikkatimi çekiyor. Herhalde biraz uzun dalıp bakmışım ki şoför bilgi vermek ihtiyacı duydu: "Victoria şelalesi orası, etrafa sıçrattığı sular 500-600 m yüksekliğe çıkar 20-30 kilometreden görülür. Şelalenin kenarında yılın her günü her dakikası bu yüzden yağmur yağarmış gibi olur" .

Otelimizin oldukça geniş bir bahçesi var, resepsiyondan odamıza gitmek için elektrikli arabalardan birine biniyoruz. Şoför ilerideki ağaçlarda oynayan 40-50 üyeli bir maymun sürüsünü işaret edip " üzerinizdeki ufak şeylere sahip çıkın, gözlük ve şapkaları çok çalıyorlar" diyor, sonra da yakındaki üniformalı bir görevliye kendi dilinde bir şeyler söylüyor. Duruyoruz. Üniformalı görevli bütün ciddiyetiyle arka cebinden sapan çıkartıp yerden bir taş alıyor ve en yakındaki maymuna atıyor. Maymunlar bağrış çağrış, ağacın dalları oynuyor, yapraklar yağıyor ve sürü ağaçtan ağaca geçerek sapandan kaçıyor. Odaya varıp bavulları attığımız gibi nehir kenarına fırlıyoruz: Zambezi nehri herkeste hemen hayranlık uyandıracak kadar geniş ve heybetli. Yağmur mevsiminin sonunda olduğumuz için nehir iyice bir yağızlaşmış, güç kuvvet gelmiş. Bu kuvvetle önüne çıkan her şeyi önüne katıp Victoria'ya önümüze kadar getiriyor: nehrin üzeri kim bilir nereden sürüklediği dallarla dolu, suları açık kahve. Nehrin karşı kıyısında suda güçlükle seçilen su aygırları arada kulaklarının oynatarak kuşkulu kuşkulu bize bakıyorlar.

Zambezi nehrinde birkaç saat gezinmek için " African Queen- Afrika Kraliçesi" gemisine atlıyoruz, kaptanımız bizlere Humprey Bogart'ın bu seferlik geziye katılamayacağını bildiriyor. Ehh şansımıza küselim bu sefer. Gemi iki güverteden oluşuyor, üst güvertede köşede hasır bir koltuk bulup yayılıyorum. Gemi hareket ederken mangalları yakıp bira servisi yapıyorlar: keyif yapmak için iskeleden ayrılmamıza bile gerek yoktu çocuklar niye ayıp ettiniz. Nehrin kenarları göz alabildiğine yeşil, arada tek bir bina yada açık alan göze çarpmıyor. Akıntıya karşı geziye devam ediyoruz, kıyıda arada ağzını açmış timsahlara rastlıyoruz. Şanslı olanlarının dişçileri de orada: nehir kenarında yaşayan bir tür kuş yemek aramak yerine, ağzını açmış timsahların diş aralarındaki kırıntılardan geçiniyor. Timsahların ise buna itirazı yok, niye olsun ki dişleri bedavadan temizleniyor. Su aygırları topluluklar halinde suda oynaşıyorlar ama bunların oyunları biraz hoyratça. Oyunları "Sen benim üzerime çık, ben sana diş geçireyim, sonra ikimiz şu köşedeki aygırını suya bastırıp eğleniriz" ekseninde geçiyor, dişleri de küçük değil hani, ağızlarının kenarında 30-40 santimlik kolum genişliğinde iki tane parlıyor. Bu dişler, küçük kulaklar, küçük ayaklar, patlak gözler ve kendini zor kaldıran ağır bir vücut bir araya gelince en olmayacak formülle Afrika'nın en tehlikeli hayvanı ortaya çıkıyor: Afrika'da en fazla insan öldüren hayvan su aygırları. Su aygırına söyle bir bakınca hiçte öyle tehlikeli gözükmüyor: 3-4 tonluk bir gövde, çelimsiz bacaklar ve üstelik otobur! Sevgili abimiz gündüzleri sudan çıkmıyor, maksat elin hayvanına yem olmamak. Ha bu arada kim yer su aygırı abimizi derseniz bilemem, kendileri biraz şizofren olabilirler mi? Geceleyin otlanmak için sudan çıkan aygırların sevdikleri ot cinslerine ulaşmak için 50 kilometreye kadar yolculuk ettiği biliniyor, hem de o ufak bacaklarla, hem de akşam karanlıkta yola çıkıp sabah gün ışırken geri dönmek kaydıyla. Açlık koskoca aygıra neler yaptırıyor. Bu arada karaya çıkan su aygırı kendini sudan çıkmış aygırdan beter, yok bu olmadı, sudan çıkmış balıktan beter görüyor. Kendisini suda güvenli gördüğü için tehlike sezdiğinde (mesela yakında bir insan gördüğünde) hemen suya koşmaya başlıyor. Diyelim adınız Niyazi ve diyelim ki canınız sıkıldı ve gece Zambezi nehri kıyısında dolaşmaya çıktınız (istatiksel olarak Zambezi nehri kenarında dolaşan insan topluluğu pek büyük değil ama olsun), sonra gece otlanmaya çıkan bir su aygırını farkına varmadan rahatsız ettiniz, o 3 tonluk küçücük sevimli şey sizden ürktü ve doğrudan üzerinize gelmeye başladı ( sizden ürküp sizin üzerinize gelmesi garip bir mantık olayı tabii, ama böyle bir anda isterseniz onunla su arasında durmayın), kaçarsınız tabii, ama durun bir dakika, (yok beni şimdi dinlemeyim arkanıza bakmadan kaçın) su aygırı birden hızlandı ve sizden hızlı koşmaya başladı (evet ayaklar küçük ama insandan daha verimli kullanıyor mereti) üzerinize saatte 30 km hızla gelirken küçük dişlerini gösterdi ve yeryüzünde balinadan sonra ikinci büyüklükte olan ağzını açıp 30-40 santimlik dişleriyle gövdenizi bir defada ikiye böldü. Yukarıdaki senaryonun olasılığı küçük gibi gözükse de yılda 25-30 kişi Niyazi'nin durumuna düşüyor.

Victoria şelalesi otele çok yakın yürüyerek gidiyoruz, şelaleye yaklaştığımızı uzaktan görünen duman müjdeliyor. Şelalenin olduğu bölgenin etrafı çevrilmiş ve kapıya sevgili bir gişe etrafına da bir sürü yapışkan satıcı konulması unutulmamış. Bunları aşıyoruz ama ileride daha da yapışkan bir grup satıcı daha var. Dışarıdaki satıcılar hediyelik eşya satıyorlardı, içeridekiler farklı bir konuda uzmanlaşmışlar: yağmurluk ve şemsiye. Şelaleden gelenlere bakınca aslında yağmurluk almanın mantıklı olduğunu görüyoruz, ancak tatilde olduğumuz ve mantığımız evde kaldığı için almıyoruz. Şelaleyi tam karşıdan görecek bir patikaya giriyoruz, birkaç dakika sonra yağmur çiselemeye başlıyor. Şelaleye ilerledikçe yağmur -aslında buna yağmur denmez çünkü bizi ıslatan 100 metre ilerideki şelaleden sıçrayan su -ama dedim ya mantığımız evde- şiddetini arttırıyor. Şelalenin tam karşısına geçince göz gözü görmez oluyor. Harika bir görüntü. Yılda 365 gün sulanmaktan iyice azmanlaşıp şımarıklaşan ve oraya buraya sarkan devasa ağaçların altına giriyoruz. Su biraz azalıyor. Ortamda bol bulunan su zaten çok bol olan güneş ışınlarıyla birleşince bulunduğumuz yerden iki gökkuşağı birden gözüküyor, fotoğraf makinemi koyduğum naylon torbadan çıkarıp resim çekmeye başlıyorum. " Ehh artık makine bozulmuştur" diyene kadar da ıslanıyor. Ama bozulmuyor, sen misin bozulmayan bir şekilde filmi değiştirip yine su testine tabi tutuyorum bana mısın demiyor. Keyfim yerinde, oradaki banklardan birine kuruluyorum. Bank ıslak ama artık ben ve üzerindeki herşey ondan daha ıslak. Karşımdaki görüntünün zevkini çıkarıyorum: şelalenin genişliği 1.5 km, yüksekliği 110 m yi buluyor. Yağmur mevsiminde dakikada 550 bin metreküp su akıtıyor (demin su faturasına baktım geçen ay 11 metreküp su kullanmışız, "vay be bu şelalenin 1 saniyede akıttığı suyu bizim eve musluklara bağlasak 50 bin ay su parası yok" geyiğini yapmadan duramıyorum. Yaptım işte, rahatladım). Düşen suyun gürültüsünden yanınızdakiyle bile konuşmanız güç, bağrışarak anlaşıyoruz, açık hava diskosu gibi. Biraz daha oturuyoruz,sonra su dolan ayakkabılarımdan komik sesler çıkararak otele yürüyorum. Yatmadan önce yarın sabah için fil sırtında safari için yer ayırtıyorum.

Sabahleyin kahvaltı bile etmeden yola çıkıyoruz, hareket edeceğimiz milli parka varıyoruz. Rehber filleri bize teker teker tanıtıyor, sonra yapmamamız gerekenleri sıralıyor: tiz ses çıkarmak, üzerlerine koşmak ve bu arada bağırmak, hortumlarına kol sokmak (niye ki??). Açıklamalar devam ediyor: filler, doğada 6-12 filden oluşan anaerkil sürüler halinde yaşıyorlar, dişiler arasında akrabalık ilişkileri güçlü. Erkek çocuklar 20-22 yaşına kadar sürüyle beraber hareket ediyorlar bu yaşa geldiklerinde sürüden ayrılıp diğer bekar erkeklerin oluşturduğu sürülere katılıyorlar. Dişiler ise sürü fazla büyümediği sürece sürüden ayrılmıyorlar. Fillerin de sağlak ve solak olanları var: dişlerini bizim elimiz gibi kullanıyorlar. Vücutlarındaki damarlar kulaklarından geçiyor ve aynen radyatör görevi görüyor. Bir filin hortumundaki kas sayısı insan vücudundaki toplam kasların 60 katı kadar. Fillere atlıyoruz (daha doğrusu merdiven dayayıp tırmanıyoruz) ve düşüyoruz yola. File binme tecrübemi anlatmayayım, siz deneyin: salonun ortasına bir sandalye koyun, sonra her beş saniyede bir yerle neredeyse paralel hale gelecek kadar -sırayla- sağa sonra sola yatın. Sağdan sola yatarken tam ortaya geldiğinizde sıçramayı ihmal etmeyin, tam sıçrama esnasında mesela karşınızda açık olan televizyonun fotoğrafını çekin ama sakın hareketinizi durdurmayın ve makineyi titretmeyin. Oldu işte. Ormanın içinden geçip ırmağın kenarına geliyoruz, filler hiç beklemeden doğru suya... da üzerinizde insan var be filcim huoop. Buradan geri dönmemiz yaklaşık bir saatimizi alıyor. Köpüklü ayrandan daha çok sallandıktan ve bir daha file binersem iki olsun dedikten sonra , fotoğraf makinesini görevlilerden birine veriyoruz ve filin üzerinde gayet muzaffer bir fotomuzu çekiyor. Böylece kutsal turist görevlerimizi bitiriyoruz. Ama durun bir görev daha var: fil binmeden sonra sonra hiç vakit kaybetmeden yakındaki helikopter pistine geçiyoruz. Fiyat listesine daha önceden bakmadığım iyi olmuş: 15 dakikalık bir tur İstanbul-Ankara uçak bileti kadar. Ama fillerin sallamasından biraz da aptallaşmış durumdayken fiyat kötü durmuyor - du. Helikopterle Victoria şelalesi üzerinde birkaç tur atıyoruz, gerçekten çok ihtişamlı gözüküyor. Şelalenin büyüklüğünü daha iyi görüyoruz, hem yerden görülmeyen bir sürü adacık ta ortaya çıkıyor. Şelalenin kuzeyinde Zimbabwe-Zambiya sınırında bir köprünün üzerindeki kalabalık dikkatimi çekiyor: Bunjee Jumping yapıyorlar. Zambezi üzerinde biraz daha turlayıp iniyoruz. Sabah sabah bu kadar hareketin üzerine otele dönüp tembellik etmek şart artık deyip, otelde bahçedeki koltuğa bir yayılıyorum. Kucağımda kitap, hafif rüzgar, ağacın üstünde maymunlar ve elinde sapanıyla nöbet bekleyen üniformalı görevli... Aaa akşam olmuş... Gün batımını seyrederken son naneli şekerimi de ağzıma atıyorum. İçime bir ferahlık yayılıyor. Yahu, bu şeker cidden ferahlatıyor mu ne?

1 yorum:

Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...