Yapış yapış sıcak.
Bavulu çekiştirerek yavaşça yürüyorum. Yağmur yağdı yağacak, nefes almak bile epey güç istiyor....
O da şimdi bende yok. Şu anda yatakta olmayı ne kadar çok isterdim.
Havuzun yanından geçiyorum gözüm yanıyor. Klordan mı? Yoksa şu hafif bir duman tabakasından mı? Otelin yanındaki teneke bozma evler mahallesinde yemek pişirmek için kullanıyorlar odunları.
Beni almaya gelen arabaya biniyorum, koltuğa başımı dayıyorum. Uyumak niyetindeyim. O anda kafamda hafiften bir şarkı başlıyor " amanın yeşillendi fındık dalları....".
Yollardaki çukurlar yüzünden araba hopluyor, savruluyor.Uyku yok bize... Dışarıyı seyrediyorum.
Nijerya, Lagos.
Bu saatte o da aynen benim gibi daha kendinde değil. Yollar açık, ekzos tabakası şehri kaplamamış, sıkışık trafikte mal satan binlerce yüz yollarda değil, yol kenarında insan selleri henüz yok, şehir tehlikeli bile gözükmüyor. Lagos, derin uyuyan bir kabadayı gibi. Şimdi masum ama birazdan kalkınca etrafı birbirine katacak.
Biletimde Johannesburg-Lagos-Akra-Lagos-Nairobi-Asmara-Nairobi-Johannesburg yazıyor ve bu günün tarihine göre Gana’nın başkenti Akra'ya gidiyor olmalıyım... Herhalde...
Son sekiz ayda yüzseksenbin mil uçtum... İş..Hız.. Koştur...Bitir...Eksik...Tamamla... Hız... Hız..
Bu aralar şehirler bile karışmaya başladı. Otel odaları ruhsuz ve birbirinin ayni... Duvarda kötü bir tablo, şekilsiz bir masa, 4-5 dilde televizyon kanalları, illa da yatağın altına sıkıştırılan ve bu haliyle beni sinir eden battaniyeler...Bu iş gezileri teflon tava gibi, geriye iz bırakan bir şey kalmıyor. 15 günde 6 şehir. Ya da 6 otel odası mi demeli? İş dışında yapacak bir şey kalmıyor, nerede olduğunun önemi de kalmıyor.
Saat dokuzda uçağım Akra'ya alçalmaya başlıyor. ."...zaten hep yeşildi fındık dalları..".
Şirketin şoförü, havalananda beni karşılıyor. Doğruca toplantıya gidiyoruz. "Büyük adam"’ın işi çıkmış, yok. Yerine gelenin karar verme yetkisi yok, toplantı çabuk bitiyor, yarın devam edeceğiz. Müşteri çalışanlarından birinin gönüllü rehberliğinde şehir turuna çıkıyoruz.
Afrika'dan tipik görüntüler; trafik sıkışıklığı, dilenenler, yol kenarındaki açık hava lokantaları, motosikletler, Harmatan fırtınasının etkisiyle renk değiştirmiş kirli binalar, yol kenarında tamirciler... Türkiye’de beyaz eşya kampanyalarında toplanan eski buzdolabı ve TV lere ne olduğunu merak ettiniz mi? Ben söyleyeyim, eski Vestel'ler Gana'ya... Bir sokak boyunca eski Vestel satan ikinci el eşya satıcıları...
Rehberimin bana bir sürprizi var, " gel bu dükkana girelim, şaşıracaksın". Dükkan sahibi beyaz biri; Abdülrahman, kısaca Abdül. Abdül çatır çatır Türkçe konuşuyor. Abdül'ün büyük dedesi Hataylı imiş, 1900 başlarında Lübnan’a göç etmiş. Lübnan iç savaşında, 1970'lerde, Abdül'ün babası ve annesi Gana'ya gelmişler. Evde halen Türkçe konuşurlarmış. Niye o da bilmiyor, konuşuyor işte. Halen hem Lübnan’da hem Türkiye’de akrabaları varmış. Peki sana göre vatanın neresi diyorum, "vatan doyduğun yerdir, burası" diyor.
Akşama kadar Makola pazarında biraz dolanıyoruz. Kapanmadan az önce balık pazarına da uğruyoruz biraz, rehberim evine balık alıyor.
Sonra. Otelde odamdayım. Uykum var, saat erken. Beynim uyuşmuş durumda, oto pilot devrede.
Asmara'daki toplantı için hazırladığım sunumu açıyorum. Her şey acele, her şey geç, her şeyi hızlandırmak lazım. Hız hız hız...Bazen kendi hızıma yetişemediğimi düşünüyorum. Sıkıldım. Bilgisayarı kapıyorum.
Yapacak bir şey yok, bari yemek işini halledeyim. Otel lokantasında yemek ısmarlayıp sonra beklemek gözümde büyüyor, odaya ısmarlıyorum...Yalnız olduğum bu şehirde, cidden yalnız kalmaya ihtiyacım var... " zaten hep yeşildi, fındık...". Üff, kesilmedi gitti bu sabahtan beri.
Dışarıda çılgın bir yağmur başlıyor. Bir kez daha oda servisini arıyorum, siparişe bir ekleme yapacağım; "bir şişe de şarap lütfen". Uykuya dalarken duvardaki tabloya bakıyorum, Lagostaki ile ayni değil mi bu?. Hey neyse…
Sabah müşterinin merkezinde toplantı var. "Büyük adam" gelmiş. Zaten bildiğim bir sorunu uzata uzata anlatıyor, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Esnememem lazım, esnememem lazım... " zaten hep yeşildi, fındık...".Yaa çık kafamdan...
Bir şekilde müşteri ile anlaşıyoruz. Toplantı bitiyor. Şimdi en istemediğim şey, "büyük adam"ın nutuklarını dinlemeye devam etmek. Akşam yemeğine davet ediyor, " tabi geleceğim, elbette memnun olurum" diyorum.
Akşam yemeğinden sonra doğrudan havaalanına gidiyorum. Bilet, check-in, kuyruk, pasaport,uçak, gecikme...İyice yorulmuş bir şekilde havalandırmaya yakın koltuğa çöküyorum. " amanın yeşillendi..". Çıldırıcam amma da ısrarlı bir türlü aklımdan çıkmıyor.
Bu şarkıyı lisedeyken sınıfça söylediğimiz aklıma geliyor; bağıra çağıra , eğlenerek, gülerek...Devamlı aynı nakaratı tekrarlayarak çevremizi bezdirirdik. Kimler vardı sınıfta? Teker teker yüzleri gözümün önünden geçiyor, kiminin adını hatırlayamıyorum. Yüzler çok canlı... Sonra diyorum, bizim …… amma da bağırıp söylerdi bu kafamdan çıkmayan şarkıyı. Napıyor şimdi acaba? Elim telefona gidiyor, şimdi okyanusun diğer kıyısında yaşayan 25 senelik eski dostu arıyorum.
" Hello?" diyor karşıdaki.
" ...., babalar naber?"
Uzun suredir görmediğim karşıdaki ses sanki dün konuşmuşuz gibi kesintisiz devam ediyor " Vayy, hocam , iyi diyelim...."
Uzunca bir süre konuşuyoruz. Hayat bildiğim gibiymiş, yapacak çok iş varmış, belki de boş vermek lazımmış. Son zamanlarda yediğimiz haltları birbirimize anlatıp gülmekten kopuyoruz. "Tamam, bir ara görüşürüz" , kapatıyoruz. Kafamdaki şarki bıçakla kesilmiş gibi, yok, yok. Ohh, sonunda... İki gün benimle seyahat eden fındık dallarını Gana'da bırakıyorum. Uçakta iyi bir uyku çekmek farz artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.