Ruanda: Yüz Günde Bir Milyon Kişinin Öldürüldüğü Ülke:


Orta Afrika'nın küçük ülkesi Ruanda, 94 yılında dünya gündemine soykırım ve sonrasında göç, açlık, hastalık görüntüleri ile oturmuştu.

Sorunları kendisini kat be kat aşan bu ülkeyi ziyaret fırsatı buldum. Sizlere bu gezimi üç yazılık bir dizide anlatacağım.

Ruanda, Orta Afrika'da etrafı tamamen karayla ve sorunlu komşularla (Kongo, Uganda, Burundi ve Tanzanya) çevrili coğrafi olarak farklı özellikleri dar bir alana sığdırmış bir ülke; volkanik dağlar, göller, yağmur ormanları, geniş düzlükler, bataklıklar. Endüstriyel üretim neredeyse yok gibi bir şey, en büyük işveren tarım kesimi. Tarım da üretim daha çok kendi yetiştirdiğini yemekle sınırlı. Bunun dışında para kazandıkları ana ihraç ürünleri çay ve kahve. Ruanda şehirleri altyapı olarak son derece geri; su ve elektrik binaların çoğunda yok, kırsal alanda ise parmakla gösterilecek kadar az. Yapılaşma, bizdeki gecekondularla bile kıyaslanamayacak kadar düzensiz ve düşük kaliteli. Şehirlerdeki güzel denebilecek binalar genelde yardım kuruluşlarına ya da orduya ait -ki paranın nerede olduğunun en güzel göstergesi-. Şehirlerin dışına çıktığınızda üç şey sizi hemen çarpıyor; yeşillik, insan kalabalığı ve fakirlik. Ülke, Orta Afrika'da olduğu için bol yağış alıyor ve yüzde doksanı yeşil (tarım alanı ve ormanlık arazi). Ruanda, yüzölçümü olarak Türkiye'nin yaklaşık otuzda biri; nüfusu ise sekiz milyon civarında. Her an kendinizi bayram öncesi pazarda zannettirecek kadar kalabalık. Soykırım sonrası ülkede zaten kötü olan ekonomi iyice göçmüş, insanların yüzde altmışı fakirlik sınırının altında. Soykırımdan sonra bu ülke nasıl kendine gelsin ki? 94'teki soykırımda tam 1 milyon kişi 100 gün gibi kısa bir zamanda öldürülmüş. Soykırımdan dolayı, ülkenin eğitimli tabakası ya ölmüş ya da katil olmuş ve hapishanede. Bugün Ruanda'da ortalama yaşam süresi sadece 39! Bizim orta yaşlar dediğimiz yıllar bir Ruanda'lı için hayatının son yılları.

Ülke, 1890'a kadar resmi olarak Mwami (kral) tarafından yönetiliyor ve ülkede üç kabile var; Hutu'lar %90, Tutsi'ler %9 ve Pigme'ler %1. Mwami, 1890'da Alman idaresini herhangi bir direniş göstermeden kabul ediyor. Almanlar 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermiyorlar, ülkeyi Tutsi asilli Mwami'ler yönetmeye devam ediyor; Almanlar hemen hiçbir işe karışmıyorlar. Bu durum Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam ediyor. Almanlar yenilince, Belçikalılar yönetimi ele alıyor ve ülkenin yapısıyla oynamaya başlıyorlar. Almanların tersine Belçikalılar ülke işlerine karışıp, her sene belli bir kar elde edilmesi gerektiği kuralını getiriyorlar. Kahve bahçelerinde çalışmayı zorunlu hale getirip, çalışmayanlara kırbaçlama cezası uyguluyorlar. Halkı daha kolay yönetmek için, diğer koloni yönetimlerinin çok sık başvurduğu bir yönteme başvuruyorlar, "böl ve yönet" . Daha önce hangi kabileden olduğunu bile bilmeden barış içinde yaşayan halkı bölmeye başlıyorlar, herkese kabilesine göre kimlik kartı veriliyor. İnsanların hangi kabileden olduğuna karar vermek için iki yöntem var. Ya yüz şekillerine bakılıyor; Tutsi'ler bir inanışa göre bugünkü Etiyopya'da yaşamış olan Nuh'un oğlunun sülalesinden gelmeler ve ince yüz hatları ile ayrılıyorlar. Ya da kaç inekleri olduğu sayılıyor! On'dan fazla ineği olanlar Tutsi, on'dan az ineği olanlar Hutu sayılıyor. Nuh'un oğlunun sülalesinden olan Tutsi'ler, üstün ırk oldukları gerekçesiyle yönetime getiriliyor, Hutu'lara her türlü devlet işi ve yüksek öğrenim kapanıyor. Belçikalılar ülkeyi Tutsi'ler aracılığıyla yönetmeye başlıyor. İkinci Dünya savaşı sonrasında, Afrika'lı toplumlarda gelişen özgürlükçü akımlardan korkan Belçika, 1950'li yıllarda bu kez rota değiştirip Hutu'ları desteklemeye başlıyor. 1959'da Belçika desteği ve silahları ile ayaklanan Hutu'lar yirmibin ila yüzbin kadar Tutsi'yi katlediyor. Yüzaltmışbin kadar Tutsi soykırımdan kaçarak komşu Uganda ve Tanzanya'daki kamplarda yaşamaya başlıyor. Ruanda, 1962 yılında bağımsızlığını ilan ediyor; seçimle iş başına gelen Hutu kökenli hükümetin ilk işi eskiden gelen hınçla Tutsi'lerin haklarını her alanda budamak oluyor. Devlet kadrolarında ve okullarda Tutsi'lere nüfustaki oranları olan %9'luk bir üst limit tanınıyor, sayılarının üst limiti geçmesine izin verilmiyor. Hükümet Tutsi'leri "Karafatma" olarak adlandırmaya başlıyor ve düzenli olarak her alanda rahatsız ediyor; hatta Tutsi öldüren Hutu'lar mahkeme olmadan serbest bile bırakılıyor. Bu baskıcı yöntemler sonucu daha da çok Tutsi sürgüne gidip mülteci olarak yaşamaya başlıyor.

Sürgüne kaçan Tutsi'ler 80'lerin sonunda beşyüzbin kişiyi geçiyor, iyi eğitimli olan bu kişiler Uganda ve Tanzanya'da önemli ordu ve devlet pozisyonlarına geliyorlar. Sürgündeki Tutsi'ler "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) ni kurup, ülkelerine dönebilmek için mücadeleye başlıyorlar. Yurda dönme girişimleri Ruanda hükümetince kulak ardı edilen RYB üyeleri, 1 Ocak 1990'da Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başlıyorlar. İç savaş, 1992 Ağustosu'nda imzalanan ateşkesle sona eriyor; bundan sonra soruna siyasi olarak çözüm bulma girişimleri başlıyor, ama... Çözüm bulma girişimleri sırasında aşırı milliyetçi Hutular, Tutsi sorununu "kökünden" çözmek için "Interahamwe" adı verilen yarı askeri yerel üniteler kurmaya başlıyorlar. Interahamwe, Ruanda'nın en ücra köşesinde bile örgütleniyor. Örgüt üyeleri bölgelerinde oturan Tutsi'leri ve çözümden yana ılımlı Hutu'ları teker teker fişlemeye başlıyor. Interahamwe, gençlerin aktif katılımını teşvik ediyor ve silahlandırıyor. Ekonomik durumu Ruanda kadar kötü olan bir ülkede silahlandırma deyince aklınıza hemen tüfek gelmesin; Çin'den ithal ettikleri yüz binlerce satırı kendi yandaşlarına "ileride böcekleri temizlemekte kullanılmak" üzere veriyorlar, satır veremedikleri kimselere ise ucu çivili tahta sopalar veriyorlar. Hükümet durumu görmesine rağmen müdahale etmiyor, destekliyor.

5 Nisan 1994 gecesi Hutuların yönetimindeki devlet radyosu "yarın bir şey olacak ve çok şey değişecek, bekleyin" anonsu yapıyor. 6 Nisan 1994 günü Hutu kabilesinden olan devlet başkanının uçağı başkent Kigali'ye inerken düşürülüyor. Bu olaydan bir saat sonra Interahamwe yollara barikatlar kurmaya başlıyor ve aynı zamanda ellerindeki listelere bakarak ilk önce ılımlı Hutuları ve eğitimli Tutsileri öldürmeye başlıyor. Bu sırada ülkede barışı korumak için bulunan beşbin kadar Birleşmiş Milletler askerinin komutanı gizli bir yazıyla o zamanki sorumlu Kofi Annan'a "soykırım başladı, durdurabiliriz, ne zaman müdahaleye başlayayım?" sorusunu yöneltiyor. Kofi Annan, Somali'de yardim görevi sırasında ölen askerlerinin henüz taze hatırasından ötürü Afrika'ya hiç bulaşmak istemeyen Amerikan yönetiminin baskısıyla, komutana " size saldırılmadıkça hareket etmeyin" emri veriyor. Komutan, ısrarla soykırım yaşandığını ve müdahale edilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu sırada 10 BM askeri Hutularca öldürülüyor ve BM Ruanda'daki sorunu çözmek yerine ülkeden çekilmeye karar veriyor. Soykırım BM çekildiği andan itibaren hız kazanıyor, dünyanın kendi haline bıraktığı Ruanda'da Hutular ellerine geçirdikleri her aletle (satır, taş, sopa, bıçak, balta) Tutsilere saldırıyor. Saldırdıkları insanlar daha düne kadar yan yana yaşadıkları komşuları, arkadaşları. Devlet radyosu sürekli olarak "böcekleri öldürün" anonsu yapıyor. Ölüler caddelerde üst üste yığılmaya başlıyor, parası olan Tutsiler, Hutulara kurşun parası ödeyerek kolay ölümü seçiyorlar, parası olmayanlar en acı verecek şekilde öldürülüyor. Öldürmekten yorulan Hutular, mola verdiklerinde Tutsilerin aşil tendonunu kesip kaçmalarını engelliyor ve biraz dinlenince öldürmeye kaldıkları yerden başlıyorlar. Bu toplumsal cinnet o kadar ileri ki; kiliseye sığınan Tutsileri, rahipler; hastanedeki hastaları, doktorlar; katillerine teslim ediyor. Dünya bu sırada olanlara seyirci kalıyor; 1948'de imzalanan bir anlaşmaya göre soykırım görülen her bölgeye müdahale etmeye söz vermiş Amerika ve Fransa gibi devletler, sorumluluktan kaçmak için BM'de soykırım sözünün kullanılmasını engelliyorlar. Ölü sayısı bu şekilde tam altı yüzbine çıkıyor. Ruanda Yurtseverler Birliği (RYB), soykırımı engellemek için Hutu'larla savaşmaya başlıyor. Ülkenin doğusundan ilerleyen RYB bölgelerde soykırımcı Hutuları önüne katarak Kigali'ye giriyor, beklenenlerin tersine soykırıma bulaşmamış Hutu'lara dokunmuyor. O zamana kadar soykırımı durdurmak için parmağını oynatmayan Fransa, "Ruanda'da soykırım var ve durdurmak için müdahale edeceğiz" diyor ve ülkenin tanınmış hükümeti olduğu için soykırımcı Hutu'lara silah yardımı yapmaya başlıyor. Yanlış tarafa, yanlış amaçlarla yardım yağıyor. Bununla yetinmeyen Fransa, askerlerini Ruanda'ya indirip Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçiriyor, bölgeye Turkuvaz ismini veriyor. Fransa, Turkuvaz'a RYB'nin girmesine izin vermiyor, ama bölgenin içinde soykırımı da durduramıyor. Ölü sayısı daha da tırmanıyor, soykırımcılar Fransa'nın koruması altında Hutu katletmeye devam ediyor. RYB kontrolü eline alıp Ruanda sınırları içinde soykırımı sona erdirdiğinde tablo korkunç; 100 günde tam bir milyon Tutsi katledilmiş. İki milyon Hutu, Tutsilerin öç almasından korkarak komşu ülkelere kaçmış.Ülkede sağlam hiçbir altyapı, devlet binası yada araç kalmayacak şekilde her şey yağma edilmiş durumda. Ekili alan ve besi hayvanı kalmamış. Ve en kötüsü insanlar korku içinde komşularına güvenmiyor, çünkü soykırımı yapanlar yine onlara komşu.

Peki Ruanda bugünlerde nasıl?

Ruanda'ya soykırımdan 10 yıl sonra yaptığım gezide aldığım notları aktarmayı gelecek yazıya bırakıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...