Resmi adı “ Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti” (República Bolivariana de Venezuela ) olan Venezuela'nın, Bolivar eyaletinin Bolivar şehrinde (Ciudad Bolivar) Bolivar meydanına çıkan Bolivar caddesindeyim. Şehrin kurucusu -bildiniz- Bolivar. Bu gezimizde Bolivar şehriyle ilgimiz aslında transfer noktası olmasından öteye gitmiyor. Ama gelmişken turlamamak olmaz. Şehir Orinoko nehrinin daraldığı bir noktaya -ki genişlik 300 metreye düşüyor- kurulmuş. Nehir kıyısındaki Paseo Orinoco ve eski şehrin merkezi Plaza Bolivar dışında şehirde ilgi çekici bir bölge yok. Bolivar şehri bölgenin ticaret merkezi olduğu için genişçe bir alanı pazara ayrılmış. Pazarda satılanlar genelde Çin'den gelme ucuz mallar. Bizim gideceğimiz Angel şelalesi öyle sapa bir yerde ki 1933 yılına kadar varlığı bile bilinmiyormuş. 1933 yılında bölgede maden arayan maceracı pilot Jimmie Angel, şelaleyi havadan görmüş. Karadan gidecek yeri bulamayınca sonunda 1937 yılında uçakla şelalenin yanına inmeyi denemiş. İniş sırasında uçak kullanılamaz hale gelmiş: Jimmie Angel ve yanındakiler çakılan uçaktan kurtularak şelaleyi herkese anlatmışlar. Jimmie’nin şerefine şelaleye Angel adı verilmiş. Angel şelalesi bildiğiniz şelalelerden değil: boyu bir kilometre ( mühendisler için not : tamaammm kesin rakam isterseniz 979 metre). Şelaleye ulaşmak bugün bile zor ve tam bir dert, yani tam bize göre. Ne duruyoruz o zaman? Şimdi yol zamanıdır.
Bolivar şehrinden Angel şelalesine gitmek için uçak şart. Niye mi? Bölgeye giden hiç yol yokta onun için. Uçakla Canaima milli parkı merkezine inip oradan sürat teknesi devam edeceğiz. En sonunda da tropik ormanın içinde mümkünse anakondalarla haşır neşir olmadan yürüyerek Angel şelalesine ulaşacağız.
Canaima'da ancak uçakların inişine müsait bir havaalanı olduğu için 5 kişilik pırpır uçakla Bolivar'dan yola çıkıyoruz. Pilotumuzun omuz ve baş sallama tikleri var: birden omuzlarını ritmik bir şekilde oynatmaya başlıyor, sonra birisini onaylarmışçasına başını sallıyor, duruyor, üç dakika sonra yine. Özellikle pilotun yanına oturan yolcu ( ben) için garip bir durum. Bir saatten biraz fazla süren bir uçuş sonunda Canaima'ya iniyoruz. Havaalanında bizi Angel şelalelerine götürecek olan tur lideri karşılıyor. Başka uçaklarla gelenlerle birlikte nehir kenarına kamyonla gidiyoruz. Burada can yeleklerini takıp “curiara” denen yekpare ağaçtan oyma kanoya biniyoruz. Curiara’lar, arkalarına çok büyük dizel motorlar takılan ince ve uzun el yapımı kanolar. Kanoda yan yana iki kişi oturabiliyor, 6 sıra var. Kano sürücüsü bizleri ağırlığımıza göre eşleyip sıralara öyle oturtuyor: maksat kanonun dengesini sağlamak. Herkes yerine oturdu, artık yola çıkmaya hazırız. Ve nehir üzerinde alçak uçuşumuz başlıyor
Kulakları sağır eden motor gürültümüzle kuşları kaçırarak nehrin akış yönünün tersine yol alıyoruz. Yağmur mevsimi yeni başladığı için yer yer su derinliği az. Kanomuzun sürücüsü Canaima’nın yerli halklarından biri olan Pemon kabilesinden. Buralardan yüzlerce kez geçtiği belli: herhangi görünür bir sebep olmaksızın kendinden emin bir şekilde yön değiştiriyor, doksan derece açıyla kıyıdaki ağaçlara dönüyor, yine yön değiştiriyor, ağaç dallarını büyük bir hızla yalayarak ve altımız kayalara az da olsa çarparak ilerliyoruz. Nehrin bazı bölgeleri merdiven gibi. Suyun seviyesinin azaldığını görüyorsunuz ve siz bu merdivenin aşağı katındasınız. Sürücü büyük bir maharetle kanoyu son sürat su merdivenlerinden birer birer yukarı çıkarıyor.
Geniş bir nehir düşünün, her iki kıyıda da birer kilometre genişliğinde çok ama çok sık orman ve ormanın bittiği yerden birden yükselen 2.5 kilometrelik bir duvar. Birden yükselip tepesi masa gibi düz olan bu dağlara “tepui” adı veriliyor. Biz kolayımıza gelen şekliyle “masadağ” diyelim. Canaima bölgesinde yüksekliği sıfırdan bir çok masadağ var. Masadağların tepesi kıraç falan değil, ağaçlık yeşil. Masadağların çoğunun zirvesinden aşağı şelaleler akıyor, yol boyunca yüksekten düşen yüzlerce şelalecik görüyorsunuz. Dört saat süren yolculuk sırasında gördüğümüz masadağlar ve yüzlerce şelale bile bizi ufukta bir anda beliren Angel şelalesini görmeye hazırlayamıyor. Angel şelalesi kalın orman örtüsü bir an için azaldığında bir masadağın ardından tüm muhteşemliği ile kendini gösteriyor. Dünyanın en uzun şelalesi olan Angel, tam bir doğa harikası. Şelale o kadar uzun ki fizik kurallarını alt üst ediyor: masadağın tepesinde 979 metreden çağlayarak düşen su, aşağıya doğru düştükçe form değiştirmeye başlıyor. Yere doğru yaptığı yolculuğu yarıladığında bir sis halini alıyor. Şelale artık şelale değil: sadece beyaz ve yoğun bir sis. Sis bulutu yere yakınlaştıkça yoğunlaşıp rengi daha da beyazlaşıyor. Sisteki su damlacıkları yer çekimine karşı koyamayıp yerde kayalara çarpınca birden bir şelale olduklarını hatırlıyorlar. Tekrar su haline geliyorlar ve Angel şelalesi yine çağlıyor. Nefis bir görüntü.
Teknemizi Angel’a yakın bir yere çekip sisin şelale olduğunu hatırladığı noktaya doğru yürümeye başlıyoruz. Tropik orman içinde yürümek zahmetli iş, nemden anında sırık sıklam oluyorsunuz. Yerler bitkilerden dolayı kaygan bir de bunun üzerine bölgede bulunan zehirli yılan ve böcek türlerinden sakınmak için adımınızı attığınız yere dikkat etmeniz gerekiyor. Pemonların “geyik yutar” adını verdikleri bir anakonda cinsi de bu bölgenin yerlisi. Bir saatlik bir tırmanış sonrası şelalenin sis olarak yere çarpıp su olarak yoluna devam ettiği kayalıklara varıyoruz. Sisin su olduğunu hatırladığı yerde küçük bir gölcük var. Yürüyüşün tüm yorgunluğunu Angel şelalesi sularına bırakıyoruz. Karşıdaki dağlarda ise başlayan yağmuru görebiliyoruz. Güneş bulutların arasından sızıp yüzünü gösteriyor. Yüzdüğümüz gölcüğün üzerinde güneş ışınları gökkuşağı yaratıyor. Hayranlıkla gökkuşağını seyrederken karşıdaki dağlarda başka bir gökkuşağı daha çıkıyor. Yeşil dağlar, gri gökyüzünde hapsolamayıp kaçan güneş ışınları, iki gökkuşağı, büyüklüğüyle kendine hayran bırakan masadağlar, insanı kendine getiren serin bir su ve üstümüzde bir kilometreden gelen Angel şelalesi. Hayat güzel şey!
Şelaleden aşağıya inmeye başladığımızda karşıki dağlarda gördüğümüz yağmur bize ulaşıyor. Üzerimde yağmurluk olduğu halde tamamen ıslanmam bir kaç dakika sürüyor: ya yağmurdan ya da sıcaktan sırılsıklam oluyorsunuz. Kamp yerimize vardığımızda yanında ek çamaşır getirenler üstlerini değiştiriyor, diğerleri soğuk geçecek bir geceye hazırlanıyor. Kampta hamaklarda uyuyacağız. Böceklere karşı hamaklar sineklikle örtülüyor. Jeneratörün sağladığı ışık eşliğinde akşam yemeğimizi yedikten sonra tur lideri ışıkların söndürüleceğini bildiriyor. Kamp lideri yemekten önce herkesi toplayıp bölgeyle ilgili bilgi veriyor. Şelale yakınlarında jaguar, puma, zehirli yılan ve kurbağalara rastlamak olasıymış, liderin ricası geceleyin kampın adım atmamız. Tabi canım, kırar mıyız liderimizi? Gece yattığımızda saat henüz sekizi gösteriyor. Sabaha kadar hız kesmeden devam eden yağmurun serinlettiği hava üşütmeye başlıyor, hamakta battaniyemi hem altıma hem üstüme çekiyorum. Kamp lideri yağmur kesilince yola çıkacağımızı söylüyor. Oysa gök sanki hiç durmayacak gibi. Kahvaltıdan sonra liderin dediği gibi yağmur aniden kesiliyor, güneş çıkıyor. Kanoya binip Angel şelalesini son kez seyrederek yola koyuluyoruz. Kanodaki herkes Angel şelalesine son bir kez bakmak isteyince kanonun dengesi bozuluyor, sol taraf iyice suya yaklaşıyor. Ama kimsenin kano sürücüsünün uyarılarını takmaya niyeti yok: bu doğa harikasını bir daha kim bilir ne zaman ziyaret edebiliriz ki? İyi bak, oğlum Başar, iyi bak.
----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.