-E burası işte.
-Yani kasabanın merkezine diyorum.
-??Burası merkez.
300 km.den beri yoldayız, önümüze ne bir kasaba ne bir köy çıktı. Yol tamamıyla toprak, karşıdan tek tük gelen birkaç dört-çekerden başka araçla karşılaşmadık. Haritaya baktım, 10-15 km sonra bir kasaba olması lazım. İyi oldu bayağı bir acıkmıştık. Kasabanın olması gereken yere yaklaşıyoruz ama ortada hiçbir iz yok. Sonra yol kenarında birkaç bina görüyoruz, şoför yavaşlıyor benzinciye giriyoruz. Kasabaya ne zaman varacağımızı soruyorum, şoför bu yabancının cahilliği karşısında şaşırıyor; toplam üç yapıdan oluşan kasabanın merkezi neresi olur ki? Benzinci tabii ki.
Aynı şaşkınlığı akşam otelde yaşıyoruz.
-Otelimize hoşgeldiniz, her akşam bahçede gün batımında bir şeyler içiyoruz. Sizide bekleriz, saat beşte araba gelip sizi alacak.
- Niye arabayla gidiyoruz?
- Çünkü gün batımı en iyi otel bahçesinin güneyindeki tepeden izleniyor orasıda 14 kilometre ötede.
- Otel bahçesi, 14 km???
- Bahçemiz toplam 130.000 dönüm! Eskiden burası bizim çiftlikti ancak geçiniyorduk, otele çevirince bahçeyi satmadık, müşteriler rahat dolaşsınlar diye.
Kilometrekareye ortalama 2 insan!
Namibya, Güney Afrika’nın kuzey-batı ucunda Türkiye’den biraz daha büyük ve nüfusu sadece 1.6 milyon olan bir ülke. Kilometrekareye ortalama 2 insan düşüyor, büyük boşlukların ülkesi. Ülkenin batı ve güney kısımları çöl, kuzey kısmı ise yarı ormanlık ve bataklık.
Başkent Windhoek, 170 bin kişilik Namibya ölçülerine göre oldukça büyük bir şehir. Daha sonra 50-70 bin kişilik nüfusları ile Walvis Bay ve Swakopmund şehirleri geliyorlar. Ülke Güney Afrika’dan bağımsızlığını 1990’da kazanmış, o zamanın gerilla lideri şimdinin Cumhurbaşkanı. Namibya yıllık kişi başına gelir bakımından bizi sollamış hatta ikiye katlamış durumda; 6900 dolar. Tabi buna bakıp herkes iyi durumda sanmayın, siyahlar yeni devlete rağmen yine fakir yine sokakta, beyaz azınlık ise son derece zengin. Eh durum böyle olunca tıpkı Güney Afrika'da olduğu gibi gelsin dikenli teller, büyük duvarlar ve silahlar. Beyazlar kendi dünyalarında ve iyi bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar.
Namibya 1870’lerde Almanya’nın Afrika’daki sayılı sömürgelerinden biri haline gelmiş ve ikinci dünya savaşı sonuna kadar böyle kalmış. Bugün de şehirlerde (özellikle Windhoek'te) Alman eserlerini, Alman kahramanlıklarını anlatan heykelleri görmek mümkün. Halen ana dili Almanca olan beyazlar yaşıyor ve Almanya'dan Namibya’ya az da olsa göç sürüyor! Sebebi son derece basit; hayatin ucuz olması. Mesela yukarıda anlattığım 130.000 dönümlük çiftlik konumu sebebiyle pahalı ve sadece 300.000 dolara satın alınabiliniyor (dönümü 2.3 dolar).
Emekli olduktan sonra sakin bir yaşam sürüp sıcak bir yerde yasamak isteyen Almanlar (az da olsa) buraya yerleşiyor. Hükümet ekilebilen toprakların hepsinin beyazların elinde olmasının yarattığı dengesizliği çözmek için şöyle bir yola başvurmuş; eğer beyazsanız ,ekilebilir bölgede toprağınız varsa ve toprağınızı satmak isterseniz ilk önce devlete soruyorsunuz. Devlet genelde bu toprakları piyasa fiyatından alıyor ve siyahlara dağıtıyor. Yok toprağınız verimsizse kime isterseniz satabiliyorsunuz.
Windhoek
Şehir 2300 m.lik bir yaylaya kurulmuş, adı "rüzgar köşesi" anlamına geliyor ve bunu gerçekten hakkediyor. Konumu sebebiyle gerçekten iyi yağış alıyor ve birazdan anlatacağım yerlerin tersine yeşil. Irk ayırımı 14 sene önce kağıt üzerinde bitmiş ama şehrin yüksek bir yerinden bakarak kimin nerede yaşadığını görmek çok basit; eciş bücüş damlı, kısa boylu binaların olduğu, dar sokaklı kısımlar zencilerin.
Ağaçlı, büyük duvarlı, şehrin yukarı bölgelerindeki büyük evler ise beyazların. Şehrin eski mahallesinde Almanlardan kalan kilise ve kışlalara en büyük rağbeti Alman turistler gösteriyor. Bunların hemen karşısında parlamento binası var. 6 sene önce yeni cumhurbaşkanı yeni ülkeye yeni parlamento binası diyerek yaklaşık 12 milyon dolara mal olacak yeni bir parlamento binası yapımına başlamış, şu ana kadar 100 milyon harcanmış halen de bitirilmiş değil. Binanın başka bir özelliği ise çalışan bütün işçilerin Çinli olması! İssizliğin yüksek olduğu bu ülkede inşaat işleri için Çinli işçiler getirilmesi hoş karşılanmıyor doğal olarak.
Çöl Ekspresi
Windhoek'ten Swakopmund'a ünlü "Çöl Ekspresi" ile gidiyoruz. Nasıl bizde Orient Ekspres var (mış), Namibya’da olay çöl ekspresi. Tren birkaç saat hafif ağaçlı arazilerden ilerledikten sonra akşamüstü çöle giriyor. Güneş batmaya hazırlanırken dolunay yüzünü gösteriyor. Çöl ay ışığı altında garip bir biçimde parlıyor, ayrıntıları bu ışıkta belli olmayan çalılar sanki uzun çimenlermiş gibi gözüküyor. Akşam yemeği sonrası, üstü camlı bir vagona geçiyoruz: "Yıldız Terası". Burada içeride servis yapan garsonlardan biri yıldızları anlatıyor, kadının yüzünde elinde yaralar var. Bu görüntüleri Güney Afrika'da da çok gördüğümüz için tanıyorum; kadın AIDS’li, ve hastalık aktif safhaya girmiş, yazık.
AIDS oranı Güney Afrika’da zenci nüfus icinde yüzde kırklarda, Namibya’ da tam bir istatistik yok ama yaklaşık nüfusun dörtte birinde olduğu tahmin ediliyor. HIV burada nüfusun dağılımını etkilemiş durumda, bazı ülkelerde nüfus-yaş dağılımı piramit seklinde değil, kum saati seklinde. Yani 20-30 yas arası nüfus azalmış durumda. Bu durumun ana sebebi cahillik ve kültür. Afrikalı erkekler geleneksel olarak poligam, ve kadın-erkek ayrıldığında çocuklara kadının erkek kardeşi ya da annesi bakmakla yükümlü. Bu gelenekler, cahillikle birleşince HIV almış yürümüş.
Swakopmund
Namib Çölü kilometrelerce düz bir şekilde geldikten sonra denize yaklaşınca ortaya kumullar çıkıyor. Öyle küçük kumullar da değil, yükseklikleri 400 metreye kadar varıyor. Atlas okyanusu kıyısı tamamen kumul kaplı, buralarda yerleşmek mümkün değil çünkü kumlar her sene hareket ediyor ve önüne geleni yutuyor. Namibya’da her mevsim suyu olan nehir hiç yok. Nehirlerin hepsi ilkbaharda su taşıyor, diğer mevsimlerde (en azından yer üstünde) su taşımıyor.
İlkbahar dışında nehirler yine kendi yataklarında fakat bu kez yeraltında akmaya devam ediyorlar, zaten çöle hayat verenler bu yeraltı suları. Çölün sarısının ortasında birden dizi dizi çalılık görürseniz üstelik bu çalılar kilometrelerce bir çizgi halinde devam ediyorsa bilin ki nehir yeraltında hayat vermeye devam ediyor. Swakopmund deniz kenarında Swakop nehrinin hayat verdiği bir şehir. Nehir, hem kumulları şehirden uzak tutuyor (kumlar ilerleyip nehir yatağına kadar geliyor, ama her ilkbahar hop denize) hem de her mevsim su sağlamaya devam ediyor. Swakopmund, Namibya’nın iki sayfiye şehrinden biri ve çöle girecek olanların illaki geçtikleri bir nokta.
Şehrin merkezinde tipik Alman evleri sizi karşılıyor, çöl ortasında biraz eğreti durmuşlar ama neyse. Deniz kenarındaki pansiyon, otel, bar vs vs ile deniz-güneş-kum peşinde olanlara herşeyi sağlıyor. Deniz-güneş-kum olayı bana gelmediği için yapacak başka bir şeyler arayıp buluyorum; dört tekerli motorlarla çölde dolaşıyoruz. Bu motorları kullanmak fazla bir beceri gerektirmiyor, esas sonra her tarafınıza girmiş kumları temizlemek zor zanaat.
Solitarie
- Türkiye’den misiniz?
- Evet
- A bizim köpek te oralı.
Hoppalaaa. Simdi bu herif benle kafa mı buluyor, yoksa kendince küfür mü ediyor. İçimden "bak simdi nasıl küfür edilir gösterecem" diyorum, dışımdan "ne dediniz?" diyorum. Adam, açıklıyor; köpeği Sivas Kangal! Sivas Kangal, burada koyunlara bela olan çitalarla (kedigillerden leopar’ın küçüğü diyebileceğimiz bir cins) başa çıkıp onları öldürebilen tek köpekmiş. Bunun için 10-15 seneden beri Namibya'da Sivas Kangallar sürüleri çitalara karşı kollarmış.
Namibya'da yağış az olduğu için ot az, dolayısıyla hayvan beslemek için büyük araziler gerekiyor. 100,000 donum arazi bir çiftlik için normal sayılıyor. Eh arazi böyle büyük olunca, her akşam koyunları ahıla toplamak pratik değil. Hayvanları araziye bırakıyorlar, yılda iki üç kez kontrol ediyorlar o kadar. Hayvanlar arazide tek başına olduğu içinde Sivas Kangal'lar bekçilik için çok idealler.
Sossusvlei
Sossusvlei, Afrikanin en büyük doğa parkı. Kumulları ve kurak doğası ile tanınıyor. Deniz kıyısında beyaz, açık sarı olan kumullar burada kızıl bir renge bürünmüş ve boyları daha da artmış. Sabah dört gibi kalkıp kısa bir kahvaltıdan sonra karanlıkta yola çıkıyoruz.
Parkın kapısına gün ağarmadan varıyoruz amacımız güneşin doğuşunu yakalamak. Park kapalı. Kapıda açılış saatleri gün doğumundan - gün batımına olarak belirtilmiş. Arabadan dışarı çıkıp biraz dolaşayım diyorum ııhh. Cidden serin. Termometre 12 dereceyi gösteriyor.
Güneş çıkıp tepeye yerleşince bu görüntü tam tersine dönecek ve sıcaklık 44 olacak. Çölü yaratan bu sıcaklık farkı. Parka giriyoruz, güneş neredeyse doğdu doğacak. Gün doğumu en iyi 48 numaralı kumuldan izleniyormuş (nedense?), onun için yolda delice bir yarış var.
Sabahın karanlığında onlarca araç boş yolda sınırlarını zorluyor. Bizim acelemiz yok yüksekçe bir yer bulup arabayı çekiyoruz, gün doğuyor. Pek değişik bir şey değil, hayal kırıklığı. Yaklaşık 1.5 saat boyunca kumullar arasındaki yolda araç sürüyoruz, güzel olanın ne olduğunu buluyoruz; gün doğumu değil, güneş yer değiştirdikçe kumulların aldığı şekiller, renkler. Kumulların üzeri uzaktan deniz gibi gözüküyor, her tarafı kızılın tonlarında olan sakin ve sonsuz. Bizler ise buraya açılmış denizciler.
En sonunda yol bitiyor, artık daha fazla ilerleyemiyoruz. Aynı anda şaşırtıcı bir şekilde karşımıza ağaçlar ve üzerinde binlerce serçe çıkıyor. Hayat devam etmenin yolunu bir şekilde buluyor. En yakın su kaynağının arabayla 1.5 saat uzaklıkta olduğu, aşırı sıcaklık farklarının hüküm sürdüğü, yılda en fazla bir kaç saat yağış alan bir ortamda ağaçlar ve kuşlar. Çöl, bana insanin doğadaki yerini hatırlatıyor; bütünün bir parçası, ama kesinlikle en önemlisi değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.