Akşam yemeği için otelin altındaki lokantaya giriyorum. Kiremit rengi toza bulanmış yeşil örtülü masalardan birine oturuyorum. Yemekte seçim şansım yok bugün sadece tavuk kızartması var. Tavuğun yanında garnitür olarak kızarmış muz ve muz püresi de geliyor. Muz püresini yadırgasam da yemeğin hepsini yiyorum, acıkmışım.
Dünya'da 1200 kadar farklı cins muz var. Bunların yaklaşık 120 kadarı Uganda'da yetiştiriliyor. Yılda tam 1.5 milyon hektar alanda 11 milyon ton muz yetiştiriliyor. Hindistan'dan sonra muz yetiştiriciliğinde dünya ikincisi Uganda. Ugandalıların hayatında muzun çok önemli bir yeri var.Yılda kişi başına 250 kilo muz tüketiyorlar! Muz binbir şekilde hayatın her yerinde karşınıza çıkıyor; püre oluyor; kızartma oluyor; ekmek oluyor; bira olup insanları neşelendiriyor; yaprakları sepet olup taşımada kullanılıyor; ev çatısı oluyor yağmurdan güneşten koruyor; kuruyan bitkiler çit oluyor; hayvanlara yem oluyor; bazı türleri ilaçlarda kullanılıyor. Uganda bu anlamda tam bir muz cumhuriyeti. Bu cumhuriyette yaşayanlar için muz hayat demek. Küçük bir muz bahçesinden bütün bir aileyi besleyebilecek kadar ürün rahatça çıkıyor. Üstelik Uganda iklimine uygun olan bu bitki fazla emek te istemiyor. Muz bahçesi olanların evlenme şansı olmayanlara göre daha yüksek; muz bir nevi sigorta.
Geceleyin tam dalmışken iki sarhoş otel koridorunda tartışıyorlar. Birazdan geçer diye beklerken adamlar yan oda komşum çıkıyor. Tartışma gece boyu aralıklarla sürüyor. Pek uyuyamıyorum. Sabah altıda otelin önündeyim, ama tahmin ettiğim gibi otobüs yok. Çaresiz terminale kadar yürüyorum, otobüsüm 1950'lerden kalma, üzerindeki yüzlerce vuruk ve pastan boyası zor seçilen, camları çatlak ve arka kapısını kancalı bir iple değiştirmiş olan bir Rus külüstürü. Sırt çantamı muavine veriyorum, o bagaja koyuyor. Otobüsteki koltuklar tahtadan. Bazılarının vidaları çıkmış ve yerlerinden zorla duruyorlar. Yine de dünkü minibüsün yanında son derece lüks.Saat 7'yi biraz gece otobüs hareket ediyor, otellere uğrayıp yolcuları alıyor. Beni otelden almaları gereken saatten 1.5 saat sonra benim otelin önüne de geliyorlar.
Otobüs sık sık durarak yolcu alıyor, indiriyor. Önümdeki yaşlıca bey inince onun yerini kucağında iki tavuğuyla şişman bir hanım alıyor. Tavuklar koltuğun arasından ikide bir tavuklara has telaşla başlarını uzatıp çekiyorlar. Yoldan aldıkları yolculardan biri üç keçisini bagaja yükleyince acaba çantamı bagaja vermese miydim diyorum. Ülkenin bu kesiminde beyaz birine rastlamak hergün olan bir şey değil herhalde. Yeni binen yolcular yanımdan şaşkınlıkla "Mzungu" (Beyaz adam) demeden geçmiyorlar. Koltuklar tahta olduğu için yoldaki tüm sarsıntıları doğrudan iletiyor. Sırtını koltuğa dayamak titreşimlerden dolayı rahatsız edici bir hal alıyor. Otobüs arada sırada yoldaki derin çukurlardan birine girip altını sürtüyor, o zaman otobüsün tüm camları yerinden fırlayacakmış gibi titriyor, yolcular her zamankinden fazla sallanıyor, koltuklar gıcırdıyor ve motor kızgınca hırlıyor . Bu velveleden sadece önümdeki iki tavuk zevk alıyormuş gibi. Hoplayıp zıpladıkça kafalarını daha ritmik bir şekilde sallıyorlar. Otobüs ihtiyaç molası için duruyor. Tuvalete girdiğimde şimdiye kadar gezdiğim yerlerden farklı ve ilginç bir tuvalet yorumu ile karşılaşıyorum. Bildiğimiz alafranga klozeti alaturka olarak monte etmişler. Nasıl mı? Klozeti betona gömmüşler. Tuvalet kabinine girince iki basamakla klozetin seviyesine çıkıyor, sonra çömelip işinizi alafranga klozette alaturka olarak görüyorsunuz. Gezimin sonraki kısmında içinde hiçbir delik olmayan tuvaletlere de rastladım. Deliksiz tuvaletler de siz işinizi kabinin tabanına yapıyorsunuz, arkanızdan biri gelip temizliyor. İnsan bu tuvaletleri tecrübe ettikten sonra ömür boyu kabız olmak arzusu ile doluyor.
Öğlene doğru otobüs dumandan göz gözü görmez bir bölgede yavaşlıyor. Şoför önünü görmediği için yavaşlıyoruz sanıyorum. Yanılmışım. Duman biraz açılınca yolun her iki yanında yüzlerce mangal ortaya çıkıyor. Mangal başında olan satıcılar otobüsü görünce delice bir koşturmayla bizi sarıyorlar. Ellerinde çöp şişler, kızarmış muzlar, mısır ekmekleri, kocaman keçi butları ve ne olduğunu anlayamadığım değişik yiyecekleri satmaya çalışıyorlar. Yolcular otobüsten inmek yerine camları açıp pazarlık yapıyorlar. Satıcılar mallarının iyi olduğunu bağırıyor, aralarında tartışıyor, en iyi yeri kapmak için itişiyor, pazarlık yapıyor, yolcular avazları çıktığı kadar bağırarak yiyecekleri ısmarlıyorlar, yoldan gecen sabırsız diğer araçlar korna çalıyor ve bu arada biz yavaşça hareket etmeyi sürdürüyoruz. Tam bir karmaşa. Her zaman karşılaşmadığım bu manzara çok renkli ve eğlenceli. Neden sonra otobüs sığabileceği kadar bir park yeri buluyor ve duruyoruz. Yolcuların çoğu yiyecek alışverişini zaten bitirmiş durumda. Yiyecek tamam, ama içecek? İçecek satıcısı iki kasa içecekle otobüse biniyor. Hareket ediyoruz. Satıcı koltukların arasında kasaları ite ite satış yapıyor. Otobüsün en arkasına vardığında oturuyor. Biraz sonra içilen şişeleri topluyor ve otobüsten iniyor. Öğle yemeğini yolda mola vermeden böylece hallediyorum. Ehh, başkent Kampala'ya oldukça yaklaştık. Burada biraz ara verelim, Uganda gezimin devamını gelecek yazıda aktaracağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Google, Blogger yada OpenID hesabınızla girerek yorum bırakabilirsiniz. Spam yorumları siliyorum, gireceğiniz dış linkler takip edilemez. Teşekkürler
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.