Japonya'da Pandik Eğitimi Erken Başlıyor

















Japonları nasıl biliriz? Saygılı, çekingen, çalışkan?  Belki Japonya'da bir trene bindikten sonra fikriniz değişir: Japonya'da tren yolcusu kadınların %70'i pandiklenmekten şikayetçi. Japonya'da toplu taşımada pandikleme o kadar kötü bir hal almış ki bazı bölgelerde kadınlar için ayrı bir vagon ayırmak zorunda kalmışlar: mecburi haremlik-selamlık yani.

Bu Japon "geleneği" nereden geliyor derseniz, çocukluktan. "Kancho",  iki başparmağını ve işaret parmağını birleştirip arkadaşının arkasına itmeye verilen ad. Japon çocuklarının sıkça yaptığı eşek şakalarından biri. Japonları trenlerde kadınlara ayrı vagon ayırmaya iten pandik eğitimi çok genç yaşta başlıyor anlayacağınız.


İlk video anaokulundan:

http://www.youtube.com/watch?v=BZzMh60Bdyw



İkincisi:

http://www.youtube.com/watch?v=o2FReiTzqEM&feature=related

Bilmediğimiz Japonya'dan küçük bir ayrıntı.

Likya Yolunda Beş Günlük Bir Yürüyüş


Likya yolu  Fethiye'den başlayıp Antalya'ya kadar uzanan toplam 509 kilometrelik bir yürüyüş parkuru. Yolun tarifini başka bir siteden alıntılayayım: 

"Likya Yolu" 3 bin yıllık eski bir ticaret yolu.Garanti Bankasının 1996 yılında ülkemizin sahip olduğu değerleri ortaya çıkarabilmek için proje yarışması düzenlemesi ve İngiliz uyruklu, sonradan Kardelen Karlı adını alan İngiliz Kate Clow'un sunduğu "Likya Yolu" projesinin birinci seçilmesiyle yol tekrar günümüze kazandırılmıştır.Kate Clow tarafından işaretlenen "Likya Yolu", Fethiye Ölüdeniz'den başlayarak Faralya köyü,Kelebekler Vadisi,Kabak koyu,Yedi Burunlar.Sdyma,Pınara,Letoon,Xanthos antik kentleri,incecik kumlarıyla Patara'da birinci bölümünü tamamlar.Toplam uzunluğu 509 kilometre olan bu yolun ikinci bölümü ise Antiphellos,Apollonia,Simena,Kekova,Myra,Limyra ve yüzyıllardır sönmeyen ateşiyle Yanartaş,Olympos antik kentinden sonra Antalya'da son bulmaktadır.Bu yol uluslararası standartlarda işaretlenmiştir.Üst üste kırmızı beyaz işaretler doğru rotayı gösteriyor.
"Likya Yolu" olarak adlandırılan bu yol Avrupa'daki en uzun 4, dünyanında en güzel 10 yürüyüş rotasından biri olarak kabul ediliyor.Kimi zaman kıyı şeridinde kimi zamanda 1800 metre yükseklikte seyrediyor."  Kaynak http://www.likyatatil.com/likya-yolu.htm


















Likya yolunda parkurları burası kolay, burası çok zor diye ayırmak pek kolay değil çünkü hemen her parkur düz yürüyüşten birden tırmanışa sonra sakin ya da deli gibi dik inişlere geçiveriyor. 

































Deniz kenarı, orman içi, açık arazi, taşlık arazi, dere kenarı bir sürü değişik alandan geçiyor. Likya Yolununun ortak değeri bence manzaralı yürüyüş olması. Kafanızı çevirdiğiniz her an güzel bir şeyler görüyorsunuz.

















Kasım ayında 25 dereceyi bulan sıcaklıkta yürüyünce neden yazın Likya yolunda pek yürüyen olmadığını hemen anlıyorsunuz. Bizim takip ettiğimiz parkurda dört günlük bir yürüyüş rotası vardı. Sadece birisinde yolda su kaynağı yoktu.













509 km'yi yürümek isterseniz günde 20-30 km ortalama gitseniz yaklaşık bir ayda bütün yolu yürümeniz mümkün. Yolu tek başlarına yürümek isteyipte çadır ve uyku tulumu taşımak istemeyenlere iyi bir haber: yolda geceleme imkanı bulamayacağınız yalnızca iki nokta kalmış.Onlarda pek popüler rotalar olmamalı ki rehberimiz bile adlarını çıkaramadı.


















Bu bayram tatilinde Likya yolunun bir kısmını keyifli ve uyumlu bir grupla beraber yürüdüm. Göynük-Karaöz arasındaki yol ideal olarak 7 günde alınıyor. Bizim daha dar zamanımız olduğu için bir kısmını  yürümeden araçla geçtik, Göynük, Çukuryayla, Tahtalı dağı, Beycik, Çıralı, Adrasan, Gelidonya ve Karaöz parkurunu beş günde tamamladık.

















Bu seçmece parkurda sık sık etrafı seyretmek için durduk.
 
















Sözkonusu parkur sonbaharda uzun ve güzel bir yürüyüş yapmak için ideal çünkü hem bitki örtüsü hem de çevre sık sık değişiyor sıkılmıyorsunuz.
















Özetlemek gerekirse, Göynük'ten Çukuryayla'ya çıkmaya başladığınızda yavaş yavaş çamlar yerlerini sedir ağaçlarına bırakıyor ve 1800 metreye yükseliyorsunuz.Gece sıcaklık sıfıra kadar iniyor, ateş başında dumanaltı olmayan yer kapmak için  fal açmaya başlıyor herkes. Ertesi sabah erken saatlerde yola düşüp tırmanmaya başladığımız Çukuryayla-Tahtalı dağı zirvesi arasının çoğu taşlık arazi.

2365 metrelik Tahtalı dağının zirvesine teleferik çalışıyor. Yürüyerek ter içinde ve bitkin bir şekilde zirveye vardığımızda şezlonglara uzanıp ellerinde kahve fincanları ile keyif yapanların sorgu dolu bakışları ile karşılanıyoruz. Biraz sonra masalarda bizde yerimizi alıyoruz ama fazla uzun değil iniş başlıyor.

















Zirveden Beycik'e iniş ise güzel bir orman içinden. Çıralı'da zirve sonrası yavaş bir gün geçirmeyi umarken yürüyecek çok yer bulup yine yorgun argın yatağa giriyoruz.


Son gün Adrasan Karaöz parkuru ise yukarı-aşağı, yukarı-aşağı devam etmesiyle biraz zorlasa da manzarası harika. Yürüyüşü Korsanlar koyunda denize girerek ve orada pikniğe gelen bir ailenin ikram ettiği ızgara köfteleri götürerek sonlandırıyoruz. 

















Böylece Likya yolunun yaklaşık 80 kilometrelik bir bölümünü yürümüş oldum, kaldı 429 km. O da başka baharlara sonbaharlara. Likya yolu'yla ilgili çok daha ayrıntılı bilgi isteyenler bu yolu turizme kazandıran Kate Clow'un kitabını alabilirler:
http://kitap.antoloji.com/likya-yolu-nda-yurumek-turkiye-nin-ilk-uzun-mesafeli-yuruyus-r-kitabi/#

Likya yolunda yürümek isteyenler için ek bilgileri iki ayrı yazıda özetleyeceğim.

Gana Günlükleri ( Hakan Saylan) 4/4




Arkadaşım Hakan Saylan bu aralar Batı Afrika'da Gana'da çalışıyor.Vakit bulduğu zamanlar Gana'da yaşadıklarını  özetleyip yazıyor. Hakan'ın Gana üzerine yazdığı dört yazıyı hadi beraber takip edelim.




Gana Günlükleri  4/4

Yazan: Hakan Saylan



VOLTA NEHRİ – AKOSOMBO
Bu hafta sonu günübirlik gezimiz  Akosombo’ya. Yarısı lokaller, yarısı Çinliler ve bir de Bruni (Beyaz) yani ben olmak üzere 28 kişilik otobüsü dolduruyoruz.  Çinliler ailecek gelmişler, 2-3 yaşlarındaki çekik gözlü şirinler gezinin neşe kaynağı oluyor.
2 saatlik yolculuktan sonra Akosombo’ya varıyoruz. Akosombo başkent Akra’ya  70-80 km uzaklıkta bir kasaba, Volta Nehrinin üzerine yapılan barajın tam yanında. Volta Nehri epeyce büyük, üzerine yapılan baraj da hatırı sayılır büyüklükte. Öyleki  burada üretilen hidroelektrik enerji Gana’nın enerji ihtiyacının %70’ini tek başına karşılıyor. Barajın arkasında kalan baraj gölü Gana’yı güneyden kuzeye 1000km boyunca uzanıyor.
İlk durağımız sakin sakin denize doğru salınan Volta Nehrinin (barajdan bırakılan sularla bile epeyce geniş bir nehir) kenarında günübirlik piknikçilere hizmet veren bir kompleks. Yüzme havuzu, beach voleybol, mini futbol sahası, masatenisi masası içeren çok da büyük olmayan bir yer.
İlk aktivitemiz 15kişilik tekne ile nehir gezisi. Kaptanı tüm uğraşlarımıza rağmen barajın dibine kadar gitmeye ikna edemiyoruz. Barajdan salınan suların yarattığı girdapların altı düz olan teknenin dengesini bozacağını söyleyen kaptanımız baraja fazla yaklaşmadan geri dönüyor. Etrafta herhangibir endüstri olmadığı için nehir suları temiz. Muhtemelen tek kirlilik kaynağı biyolojik olan, nehir kenarındaki evlerin atıkları. Kıyı boyunca banyo yapan onlarca kişi var, anadan üryan nehrin keyfini çıkaran çocuklara el sallaya sallaya geziyoruz. Nehrin iki kıyısı da yemyeşil ormanlarla kaplı. Sabah geç kalıp yarım saat geç kalan lokal arkadaşa dans etme cezası veriyoruz (ceza olduğu tartışılır zaten müziği duyan yerinde duramıyor), çok geçmeden 4-5 kişi daha ona katılıyor, en son 100 kilo civarındaki de ayaklanınca kaptanımız müdahale edip herkesi oturtuyor.
Komplekse geri döndüğümüzde temizliği tartışılır havuzu pas geçip , lokallere voleybol, Çinlilere de masatenisi dersi (!) veriyorum.
İkinci durağımız Akosombo Barajı.  Barajda okulca geziye gelen birçok grupla karşılaşıyoruz, beyazla (yani benle) fotoğraf çektirmek isteyen çocuklarla fotoğraf çektirirken kendimi her yerde takip edilen –imzası istenen film yıldızları gibi hissediyorum. Lokallerden birinin tanıdığı çaktırmadan 3’ümüzü alıp barajın kontrol odasına götürüyor. Bu odadan baraj kapaklarının, enerji üreten 6 adet türbinin durumu, üretilen elektriğin miktarı vs. kontrol ediliyor. Emniyet kasklarımızı başımıza geçirip barajın kalbine iniyoruz. İçinden geçtiğimiz tünellerin üzerinden tonlarca suyun çağlayarak türbinleri döndürdüğünü düşünüyorum ancak türbinlerin, trafoların, soğutmak için kullanılan fanların gürültüsünden düşüncelerimi bile duyamıyorum.  Bizi gezdiren kişi arada birşeyler anlatıyor ancak gürültü bir taraftan Gana aksanı bir yandan pek birşey anlamıyorum. Türbin kapaklarının açılıp kapanması için kullanılan yağ hidroliğinin yağ deposununu devasalığı ,  türbinlerin dönen kocaman akslarının yanında kendimi minyatür oyuncak gibi hissediyorum.  Bütün bunları görebilmek için 30-40 metre tünel merdivenlerden iniyoruz.  Neyse ki  klostrofobik değilim de bu muhteşem fırsatın keyfine varıyorum.
Barajın kalbine yaptığımız bu habersiz gezi otobüste bizi bekleyen kişilerce pek hoş karşılanmamış olsa gerek ancak bize pek birşey belli etmiyorlar, gecikmeden dönüşe başlıyoruz. Trafik yoğun, sağlı sollu seyyar satıcılar başlarının üzerinde taşıdıkları yiyecekleri satmak için otobüsün etrafında koşuyorlar, belki dururuz diye. Kimi yengeçleri ipe dizmiş, kimi şişlere midye benzeri birşeyler geçirmiş. Şeffaf torbalarda sattıkları kır yeşil rengindeki şeyleri görünce hah diorum en sonunda taıdık birşeyler, uzaktan nane-kekiğe benziyor.  Lokaller 2şer 3er alıyorlar. Verin bakalım neymiş diye yakından baktığımda anlıyorum ki meğer 2-3 santim büyüklüğünde bütün olarak kavrulup çerez yapılmış balıkmış. Israrlara rağmen kabalık edip almıyorum, her türlü deniz yaratığını yiyebilen bana (ki İspanyada mürekkebi içinde pişirilmiş mürekep balığı, Portekizde marine edilmiş çiğ ahtapot, Güney Afrika’da salyangoz ızgara, Maldivlerde Filipin imalatı balık çerezi  yiyen ben) bile kokusu ağır geliyor. Bir sonraki durakta köylülerin sattığı yeşil mangolardan alıyorum. Tanesi kilo gelen kocaman mangoların 5’i 4TL civarında.  Otobüste yanımda oturan Ganalı mühendis ile Akra’ya gelinceye kadar mango alıp Türkiyeye ihraç ediyoruz, yetmiyor işi büyütüp büyük alanlarda üretime geçiyoruz.  Bu verimli toprakların çoğunun neden ekilip biçilmeden boş boş terkedildiğini sorduğumda toprakların devlete veya şahıslara değil çoğunlukla her köyün chief’ine  (köy ağası) ait olduğunu , çoğu eğitimsiz bu köy ağalarının toprakların üzerine oturmaktan başka birşey yapmadığını, yapmak isteyen köylü veya yabancı yatırımcılara da ayakbağı olduklarını öğrenince mango işinden vazgeçiyorum. Kızların başlarının üzerindeki sepetlerde sattıkları tütsülenmiş balıklar palamuta benziyor, acaba Türkiye’de yiyen olur mu, bu işe mi girsem acaba, balık bol nasılsa...



Gana Günlükleri ( Hakan Saylan) 3/4

Arkadaşım Hakan Saylan bu aralar Batı Afrika'da Gana'da çalışıyor.Vakit bulduğu zamanlar Gana'da yaşadıklarını  özetleyip yazıyor. Hakan'ın Gana üzerine yazdığı dört yazıyı hadi beraber takip edelim.


Gana Günlükleri  3/4

Yazan: Hakan Saylan


Bu yarıyılın  Bölge Müdürleri Toplantısını Central - Ashanti Bölgesinin misafiri olarak Tamale'de yaptık. Tamale zamanında Ashanti Krallığının Başkenti imiş. Yeni Başkent Akra'ya 250 km. uzaklıkta olan eski başkent en az Akra kadar büyük. Denizden içeride olması (ve biraz yuksekte olması) sebebiyle Akra'ya nazaran daha güzel iklimi var. Özellikle geceleri hava daha serin, rutubet daha az. Tam sebebini bulamamakla birlikte, başta İngilizler olmak üzere sömürgecilere kök söktüren Ashanti Savaşçılarının başkenti olan, bu şehir bana daha sıcak-daha sempatik geldi, nedendir bilemiyorum.
Durun hemen Tamale'ye varmak o kadar kolay değil. Filmi başa alalım. Trafiğe yakalanmamak için sabah 6’da yola çıkıyoruz ama nafile. Yağmur yağıyor , ara yollardan zor bela ana yola çıktık diye sevinirken erken sevindiğimi anlıyorum. Normalde şehrin içinden geçen şehirlerarası 3 şerit gidiş 3 şerit geliş  6 şerit (2 taraftaki yan yollar ile toplam 8 şerit) olması gereken yolda 3 şeridi yol yapımı davasına kapatılmış. Arada yolun bölündüğüne dair bir ayraç olmadığı için karşı taraftaki trafik 3 şeridide kaplamış, bizim taraftan gelenlerin gidecek yeri yok. Sağ ve soldaki yan yolların da hangisi gidiş hangisi geliş belli değil, herkes “Bir Köprüde Karşılaşmış İnatçı İki Keçi”’yi söylüyor. Çaresiz biz de karşı tarafın olması gereken şeride girip sol yan yolun da solundan Akranın arka sokaklarına dalıyoruz. Ara sokaklarda yaklaşık 1 saat yol aldıktan sonra evler azalıyor, yol daha da kötüleşiyor. Delik deşik olmuş toprak yolda yarım saat daha gittikten sonra soruyorum, “Ana yola ne zaman çıkacağız”, 1 senedir buralarda olan (dolayısıyla havasına suyuna alışmış olan) Amerikalı kahkayı basıyor, “Zaten anayoldayız”. Meğer şehirlerarası yol yapmak için 3-4 sene evvel çalışmalar başlamış, bu arada mevcut anayola bakımdan vazgeçilmiş, 4 sene sonra ortada ne eski yol kalmış ne de yeni yol tamamlanmış. İşin kötüsü (belki de iyisi) bu tarafa yağmur yağmamış, önceden geçen arabaların havalandığı tozdan arabanın önünü bile göremiyoruz, körlemesine yol alıyoruz. 2 saat sonra Tamale-180km levhasını görünce ancak 50km. gittiğimizi anlıyorum. Allahtan yolun bundan sonrası iyice, kaba etlerimiz biraz rahatlıyor. 3 saat daha gittikten sonra Tamale’ye varıyoruz.

Yok yok Tamale kısmını pas geçeceğim, 2 gün boyunca saha ziyareti ve iş toplantısı haricinde pek bir turistik icraat yapmadık. Çektiğimiz fotoğraflar bile sadece denetlediğimiz baz istasyonları. Direkt dönüş yoluna geçelim.

Yol boyunca sağlı sollu bağ bahçe bol miktarda. 5 temel ürünleri var, Muz/Plantain - Karpuz - Ananas - Tatlı Patates- Mısır. Özellikle kurutulmuş veya taze balığın yanında ekmek yerine yedikleri  Kinkey-Fufu gibi  patates püresi kıvamındaki ezmeler temel itibariyle plantain-tatlı patates-mısır'ın çeşitli karışımlarının saatlerce tahta hovanlarda dövülmesi ile yapılıyor. Dönüş yolunda yol boyunca küçük çocuklar ellerinde iplere dizili minyatür yengeçleri satıyorlar (çorbasını yapıyorlarmış), bir de büyükçe sepetlerin içinde devasa salyangoz satıyorlar. Devasa dediysem gerçekten büyük, yumruk büyüklüğündeler. Nasıl yendiğini sormaya hazırlanırken şoförümüz az ötedeki dumanı işeret ederek “orman eti” isteyip istemediğimizi soruyor. Daha bir ilgimi çekiyor, o tarafa seyirtiyorum. Telli ızgaraya boydan boya gerilip közde pişirilen nar gibi kızarmış , görünüş güzel, ismini soruyorum, "GrassCutter". Buraya kadar güzel, domuz olamaz küçük birşey, ismi de kötü değil, nihayetinde ot yiyor diye düşünürken Amerikalı gene araya giriyor, “Giant Rat” , yani bildiğin farenin büyüğü. Buralarda inek-tavuk etinden daha pahalı-daha makbul. Yok diyorum ben et almayayım. Daha önceden nasıl yapıldığını öğrendiğim  “Kinkey” alıyorum. Sonuç olarak mısırı tahta hovanlarda dövüp suyla pişirip macun şekline getirip muz yapraklarına sarıp satıyorlar. Pek matah birşeye benzemiyor ama taa buralara kadar gelmişken lokal birşeyler almak-tatmak lazım. Ertesi gün bol miktarda soğan-sarımsak-salça ile sotelediğim Kinkey’imi daha önceden pişirdiğim Güney Afrika bifteğinin yanında afiyetle yiyorum. Sokakta satılan hiçbirşeyden yeme kuralını bozdum , Kinkey’i yedim, bakın şimdilik herşey yolunda  (ııh belki de değil, sayın okurlarım yazıyı acilen bitirip tuvalete yetişmem lazım). 15 liraya portakal, 18 liraya 1 kilo Danone yoğurt, artık hikayeleri bir dahaki sefere.

Gana Günlükleri ( Hakan Saylan) 2/4


Arkadaşım Hakan Saylan bu aralar Batı Afrika'da Gana'da çalışıyor.Vakit bulduğu zamanlar Gana'da yaşadıklarını  özetleyip yazıyor. Hakan'ın Gana üzerine yazdığı dört yazıyı hadi beraber takip edelim.



Gana Günlükleri  2/4

Yazan: Hakan Saylan


Ve Okyanus ile Buluştum
4 günlük Easter tatilinde şehir bomboş. Bizde bayramlarda herkes köyüne-memleketine gider de İstanbul boşalır ya burada d aynı hesap, Akra tın tın.
Şehrin bütün lağımı direkt denize aktığından şehir içinde çok güzel plajlar olmasına rağmen denize girmek cesaret ister. Tatili de fırsat bilip Akraya 20km uzaklıktaki Gojo plajına gidiyoruz. Yolu çok bozuk olduğu içimiz dışımıza çıkıyor ama varıyoruz sonunda. Güney Egedeki Dalyan benzeri . Dalyanı denizden genişçe bir kumsal ayırıyor. Dalyanın kenarında arabaları parkedip ince uzun kayıklarla karşıya kumsala geçiyoruz. Kumsala çıkar çıkmaz burnuma çöpşişte midye kokusu geliyor, hevesle kokunun geldiği yöne seyirtiyorum, gerçekten de çöpşişte birşeyler ızgaranın üstünde, bol miktarda baharatlı sosa batırıldıkları için tavuk mu et mi balık mı belli değil, zaten bünye iyice alışmadan şansımı da fazla zorlamayacağım. Sonradan adının meat ball olduğunu öğrendiğim içine soğanda kavrulmuş et konulan çörekleri gözüme kestirip okyanusa doğru devam ediyorum.
Geleli 10 gün oldu, Gana’ya “Gülen İnsanlar Ülkesi” dendiğini ancak bugün anladım. Herkes de bir neşe bir enerji. Bangır bangır müzik, Voleybol oynayanlar , denize girenler herkes ama herkes dansediyor, yerinde duramıyor. Yürürken , çocuğunu denize götürürken, yemek yerken herkes 2 adım atıyor 3 kere sallanıyor. Gerçekten de ahengi tutturuyorlar, doğuştan gelen birşey herhalde. Arkadaşlarının fotoğrafını çeken kız bile dansediyordu, sadece deklanşöre basarken 1 saniyeliğine kendine hakim oldu sonra gene sallanmaya devam etti.
Sahil cıvıl cıvıl, Karadenizin azgın dalgalarına 2-3 tur bindiren dalgalara aldırmadan denize giriyorlar, zaten dalgada yüzmek mümkün olmadığı için  denizde dans ediyorlar ekseriyetle.
Kızma birader oynuyoruz burada çok popüler, kuralları biraz daha değişik, geriye gitmek mümkün mesela. Buraya kadar gelmişken  sıvıyorum paçaları giriyorum okyanusa.  Meğer deniz geçici olarak çekilmiş, bir dalga geliyor bele kadar ıslanıyorum, sağlık olsun adamı sersemletecek kadar kuvvetli esen sıcak rüzgar 20 dakkada kupkuru yapıyor. Tuvaleti soruyorum, kalabalıktan 50m ötede kulubemsi bir yer  işaret ediyorlar. Kalınca bambu tahtalarını kuma çakmışlar, yere kırık fayanslardan meyil vermişler, yerde ufak bir delik direkt denize açılıyor. Zaten tuvalete Urinal diye yazmışlar, yani anlayacağınız küçük tuvalete uygun. Diğerini tutmanız lazım. Çocuklar hep de olmadık yerde babaaa-anneee  eem geldi derler ya, bir sürü çocuk sahilde , anne babalar bu işi nasıl çözüyorlar merak ediyorum doğrusu.
Neyse fazla uzatmıyoruz okyanus sefasını, trafik fazla artmadan geri dönüyoruz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...