Yabancı cinslerin istilası: Yeni Zelanda


Yeni Zelanda’ya gümrüğünde son yedi günde toprakta yürüyüp yürümediğimi sordular. “Yürüdüm” deyince “hangi ayakkabı ile?” sorusu geldi. Ayağımdakileri gösterince, memur ayakkabının altını büyük bir ciddiyetle inceleyip beni “biyolojik arıtma 5 no’lu kanal”’a yönlendirdi. 5 numaralı kanaldaki memur ayakkabımın altını fırçalamamı seyrettikten sonra ayakkabılarımı giydirip beni içinde dezenfektan olan bir suda yürüttü. Kendimi biyolojik savaş bölgesine girermiş gibi hissettim, oysa altı üstü Yeni Zelanda’ya gelen bir turisttim. Oysa bilmediğim Yeni Zelanda’nın gerçekten biyolojik bir savaşın tam ortasında olduğu idi.

            Yeni Zelanda doğayı korumak için “yabancı cinslerin” sayısını azaltmaya çalışıyor. Yabancı cins, ülkede daha önce yaşamayıp Yeni Zelanda yerleşime açıldıktan sonra gelen veya getirilen ve adada doğal düşmanı olmadığı için nüfusları kontrol altına alınamayan hayvan türlerine verilen genel isim. Yeni Zelanda’da 120’den fazla yabancı cins var: fareler, keçiler, atlar, karıncalar, geyikler, köstebekler. Özellikle kemirgenler doğaya ve ürünlere zarar verdiği için hükümet bunları yok etmek için seferber olmuş durumda. Hararetli bir tartışma başlatmak isterseniz sokakta herhangi bir Yeni Zelandalıyı çevirip “1080” deyin yeter. 1080, ülkedeki “yabancı cinsler”in yok edilmesinde kullanılan bir zehir. Tıpkı bizdeki cep telefonları için kurulan baz istasyonlarının etkileri konusunda olduğu gibi 1080 konusunda da Yeni Zelanda halkı birbiriyle uzlaşmayacak iki kampa ayrılmış durumda. Bakalım kim kazanacak: “doğa dengesini bulacaktır” cephesi mi, “ben o doğaya dengesini buldururum” cephesi mi?

İngiltere: Başlangıçtan Bitişe, Bitişten Başlangıca ( 2/2)

Devam ediyoruz......

Okuyucu, öyle mahmur bakma sabah sabah. Gece gelirken koltuğu yatırıp yolda uyuyan ben değildim. Ama haklısın, bu ülkede yaz dışında sabahları uyanmak zor. Gün geç ışıyor. Hadi bir şeyler yiyip ülkenin en kuzeyine doğru yola çıkalım. Alarmı devreye aldık, pencereleri kapattık. Evet, burada hemen her evde alarm vardır. Bizdeki gibi demir parmaklık olmaz pencerelerde, hatta sokak kapısı kilidi bizim ev içinde kullandığımız basit modellerdendir. Alışkanlık işte. Aynen bazı İngiliz tuvaletlerinde sıcak ve soğuk su için iki ayrı musluk olması gibi. Birinden soğuk su, diğerinden kaynar su akar. İki musluk birleştirilmediği için elini soğuk ve kaynar sular arasında gezdirip yıkarsın: don, piş, don, piş. Evi gördün, her yer halı kaplı. Tamam salonu, koridoru anladım ama tuvaletler niye halı kaplı? Okuyucu, 5 seneden beri bunu halen anlayabilmiş değilim. Çıkalım. Komşuya bir selam daha. Adam soğuk mu geldi? Yok değil. Aslında İngilizler çok geyik olabilen bir toplum. İyi insanlar. Ama yanlış anlaşılma var. İngilizler soğuk değildir: ilgisizdir. Bir İngiliz’in evi kalesidir, onun dışındakiler pek önemli değildir. Hani senin derdin var, yok, ona nolmuş bu neymiş. İngiliz’e tısss gelir bunlar. İlgilenmez. Bak geçtiğimiz şu sokaklara. Çoğu evin perdesi açıktır, tül yoktur. İngiliz birisinin onun ev hayatını göreceğinden çekinmez. Der ki “pencere cam açık diye içeri mi bakılırmış canım?”. İngilizlerin kibarlığının ada milleti olmasıyla ilgisi var kesin. Japonlarda öyle. Adada yaşıyorsan kibar olacaksın, sağı solu kızdırmayacaksın küçük yer nasılsa, yarın kavga ettiğinin yüzünü yine göreceksin. Kaçacağın yer yok, naparsın? Kibar olacaksın, açık pencereleri görmezden geleceksin. Dönünce Kıbrıslı arkadaşlarına bir daha bak, sakin ve kibar olmayanı var mı? Ama gelenekler İngiltere’de etkisini yitiriyor. Şimdilerde İngiltere’nin en büyük sorunlarından biri aile kurumu. Aileler çok parçalanıyor, olan çocuklara oluyor. Gençlik sorunlu. 15-16 yaşında soygun yapan, çevresine zarar veren, içki uyuşturucu kullanan çok İngiliz genci var. Bunlara “yob” diyorlar. Hükümet deli gibi çözüm arıyor. Neyse okuyucu sen çevreye bak biraz, geçelim bunları şimdi.

        Bak bu geçtiğimiz kasaba Malmesbury.  Çok eski bir kilisesi vardır, beşinci yüzyılda kurulduğu için tarihidir. Ama kasaba en çok şu ilerdeki Abbey House bahçesinin eksantrik  sahipleri ile bilinir. Karı-koca bahçe işlerini çıplak yapmayı seviyorlar da. Kendilerini doğaya daha yakın hissediyorlarmış, istersen bir bilet alıp gezebilirsin. Ben almayayım. Şimdi geçeceğimiz yer Cirencester. Bu şehirde görülecek hiç bir şey yok adını söylemeyi seviyorum sadece “ sayrınsesta”. Hemen Gloucester yolunda , pardon “gılosta”. Niye birincideki “sesta” okunur da ikincide ki okunmaz diye sormayacaksın değil mi okuyucu? İngilizler beş yüz seneden beri neyi nasıl okusak diye tartışıyorlar, henüz sonuç yok. Bak şimdi geçtiğimiz Bourton-on-the-water kasabasını “kartpostal üreticileri birliği” düzenlemiş gibime geliyor. Bu kadar şirin ve fotojenik ikinci bir yer zor bulursun. İngiliz televizyonlarında ev düzenlemesi programları kadar antika programları da ilgi görür. O programlarda adı geçen yerlerden biri az ilerideki  Moreton-in-Marsh. Antika pazarıyla ünlü. Geçtiğimiz bu bölge İngilizlerin tatil için çokça geldiği Cotswold Göller bölgesi. Görüyorsun şirin, yemyeşil ve tarihin çok iyi korunduğu bir yer.

Okuyucu, edebiyatı sever misin? Tiyatroyu? İyi öyleyse sana bir sürprizim var, 20 dakika sonra Shakespeare’in doğduğu ve yaşadığı Stratford-upon-Avon’a varacağız. Stratford-upon-Avon İngiltere’nin ünlü Shakespeare Kraliyet Tiyatrosunun da ev sahibi. Şehir küçük, endüstri yok, halk geçimini neredeyse tamamen Shakespeare’den sağlıyor. Shakespeare’in doğduğu ve yaşadığı evler bugün de dolup taşıyor. İngilizlerin hoşuma giden özelliklerinden biri tarihlerine ve kültürel miraslarına çok düşkün olmaları. Keşke bizde de öyle olsa. Tarih deyince benzer yanlarımız da var bunlarla. İmparatorluğu kaybetmiş milletler uzun süre kendilerine gelemezler: ne onlar, ne biz bu kaybın altından halen kalkamadık. Adamların iki gıdım toprağı var, adı Birleşik Krallık. Biz de Balkanlardan Çin seddine kadar Türk var olayına yaslanırız. Neyse okuyucu yolcu yolunda gerek, öğlene doğru Stratford’u bir turist basar ki sorma, sağanak yağmurdan beter. Yakalanmadan kaçalım.

          Etrafına iyi bak okuyucu. Şimdi araba sürdüğümüz Midlands bölgesi İngiltere’nin ortasında. Midlands’in tam ortasında da sağımızdaki Leicester şehri var. Bak bu şehrin adını okuması daha da kafa karıştırıcı “lester”, hani demin  “gılosta” ve “sayrınsesta”’dan geçtik ya. Hepsinin son 6 harfi aynı, hepsi de farklı okunuyor. Ne diyordum, kafam karıştı yaa. Haah, Midlands İngiltere’nin bağrı. Küçük evinin küçük bahçesinde herkesin bahçıvanlık yapıp havaların düzeleceği günü beklediği sakin, yeşil ve tam İngiliz yerler. İngiltere’nin kalbi işte. Aynı zamanda ülkede en fazla yabancının yaşadığı yerlerden biridir, tam tezat. Burada benim doktor bir arkadaşım oturuyor. Valla, İngiltere’de doktor olmak zor zanaat, devamlı ders çalışıyor. Bizde doktor olan “iki dönüm bostan, yan gel yat Osman”. Burada her sene kursa gidip sınav olmaları şart. İngiltere’de sağlık sigortası herkese ücretsiz, her reçete için az bir para ödersin o kadar. Ama sigorta sistemi tam iyi çalışmıyor. Bazen sıra gelmesi uzun sürer, uzman doktor az. Bazı ameliyatlara 3-4 ay sonraya gün verildiği olur. Bir de biz Türklere ters gelen bir şey var, burada ölecek durumda değilseniz antibiyotik biraz zor alırsınız, vermezler. Adamlar haklı, ama bizimki de alışkanlık. Sağlık deyince bir şey daha. Birinin İngiliz olduğunu dişlerinin kötü durumundan anlayabilirsin. Diş sistemi cidden berbat, paran yoksa tedavi yok. “Eee bu bizle aynı yaa” diyorsun içinden di mi okuyucu? Öyle, aynı. İngiltere hakkında pek bilinmeyen başka bir gerçekte bu ülkenin çift hukuk sistemi kullanmakta olduğudur. İngiliz hukuku + şeriat.  İsteyen İngiliz vatandaşı her iki tarafında kabulü halinde şeriat mahkemesinde yargılanabilir. Şimdi geçtiğimiz Leicester’da da var şeriat mahkemesi. Dedim ya çok yabancı var bu şehirde, bazıları şeriat hukuku istiyor, İngilizler de veriyor.

         Basalım otoyolda ama radarlara da yakalanmayalım. Yemek için Newcastle-upon-Tyne’da dururuz, oraya kadar benzin yeter. Bak, yolda bizi  
bir trafik polisi sizi durdursa ve ehliyetim evde kalmışsa sorun değil: adımı kaydeder, 15 gün içinde evimin yanındaki karakolda ehliyetimi göstermemi söyler, bırakır. Güven ucuzdur. Vatandaşa güvenirler, hatta benim gibi vatandaş olmayana bile. Gerçi son terör olaylarından sonra Müslümanlara bakış negatife döndü ama Avrupa’nın geri kalanından iyidir yine de. Burada ehliyet almak için başvurduğunda formun arkasını bir İngiliz “şahidim” diye imzalasa noter yerine geçer. Daha çok noterlik işin varsa bankaya gidersin, gişe memuru imzalayıp altına kaşe basar olur biter, para falan istemezler. Araba alıp satarken bırak noteri üçüncü bir kişiye bile gerek yoktur: arabanın ruhsatına “sattım” yazıp imzalarsın ve polise postalarsın, bitti. İki hafta içinde polisten size kayıt değişikliği bildirimi gelir.

Mola verme zamanı.Ne zamandan beri yoldayız. Newcastle-upon-Tyne’a vardık, bak benzin ancak yetti. Benzin istasyonunda bir sandviç, bir kola 8.5 paund. Evlat acısı gibi fiyat di mi? İngilizlerin niye öğle yemeğini evden getirdiği sandviçle geçiştirdiğini şimdi anlıyor musun okuyucu?  Newcastle-upon-Tyne, bu bölgenin kültür ve eğlence kentidir. Eğlencelidir. Büyük bir kentte yaşamak istemeyip yine de müzik ve kültürden uzak kalmak istemeyenlerin yerleştiği bir yerdir.Burada evi olan çok yazar-çizer tayfası var. Gece hayatı da iyidir hani.

Abbas, hadi arabaya geri gidelim. Birazdan resmi olarak İskoçya’ya gireceğiz. Biz ülkeye İngiltere diyoruz toptan. Ama burada yaşayana sorsan Galler, İngiltere, İskoçya ve Kuzey İrlanda ülkelerinden oluşmuş Birleşik Krallık burası der. Bazıları için etnik köken önemlidir, bazıları için pub sohbeti o kadar. Biz yine topuna birden İngiltere diyelim. Aklımdayken söyleyeyim, Galler ve İskoçya’nın kendi meclisleri, İskoçya’nın kendi parası bile var. İskoç paundu İngiliz paunduna eşit ama sadece İskoçya’da geçiyor. Bak İskoçya’ya geldik ya trafik tabelaları iki dilde yazmaya başladı. Bu otoyolun sol tarafı göller bölgesidir. İngiltere’nin en hoş manzaralı iki yerinden biridir. Bir dahaki sefere sen oraya da uğrarsın. Biz şimdi Edinburgh’a çıkacağız.

Okuyucu, İngiltere’de bir şehre yerleşmeyi düşünürsen listenin başına bence Edinburgh’yı koy. Bir kere Londra’da ne varsa aynen var. Aynı zamanda daha küçük olduğu için Londra’nın trafiği, kiri, pası yok. Doğa daha yakın. Edinburgh kalesinin olduğu eski şehir civarında dolaşması çok keyiflidir. Sonra Edinburgh festivali dünyanın en iyilerindendir. İskoçya’nın başkenti olduğu için İskoçlar buraya daha bir özenle bakıyorlar. Bak İskoçya’nın diğer büyük şehri Glasgow için aynı şeyleri söylemem. Eskiden iyiymiş. Şimdi sönük bir yer. Havasıyla aramız hoş değildir, temmuz ayında donduğumu bilirim. Karnın mı acıktı okuyucu? Sandviç kesmedi di mi? Şöyle güzel bir İskoç yemeği mi istedin? Tamam, ama benden söylemesi İskoç yemeği dediğin İngilizlerin kötü yemeklerinin una bulanıp hayvan yağıyla kızartılmış olanıdır. İskoçların dünya mutfağına kazandırdıkları  arasında domuz yağında kızartılmış Mars çikolatası gibi gurme ürünler vardır. Onları yemeyi yerellere bırakalım, gel senle biftek yiyelim. Buranın Angus biftekleri şahanedir. Sonra yine yola vuracağız.

Dundee, bu kente uğramamızın tek sebebi ben ilkokuldayken Dundee United isimli takımın ismini Dandik Yunaytıd olarak söylememiz, merak ettim o kadar. Ne, boşuna vakit mi geçiriyoruz? Hiçte değil. Dolaşmanın, gezmenin mantıklı bir açıklaması olması şart mıdır? Yaptığın her şeyi mantığa göre mi yaparsın? Girip çıkalım. Ne bileyim şehirde ne olduğunu? Gelmek için plan yapmadım ki önceden. Haritada ismini görünce daldık işte. Bakalım, bakalım. Burası da eskiden önemli olup şimdilerde bütün sanayisini kaybeden yitik şehirlerden. Haklısın bir şey yokmuş. Olsun, kendi gözümüzle gördük.

Inverness’e vardık işte. Buranın kuzeyinde şehir falan yok. İnverness’te büyük bir yer değil gerçi, ama aradığın her şeyi bulursun. Şehrin tam ortasından Ness nehri geçer, nehir üzerindeki adalarda dolaşmak çok güzeldir ama şimdi rüzgar var. Bu şehirden sonra yollarda yavaş gidebileceğiz. Daha kuzeyde pek insan yaşamaz, giderek ıssızlaşır. Kuzey İskoçya’da yollar tek şerittir zaten, özel mülkiyetten geçtiği için. Karşıdan bir araba gelse durur geçmesini beklersin, iki araba yan yana aynı yoldan geçemez. Gel, kalenin yanındaki pubda kahve içelim, kafein krizim tuttu. Bizimkiler sigara yasağına karşı çıkıyorlar, ama boş ver okuyucu, alışırlar. Bak İskoçya’da da aynı uygulama 2006’dan beri var. Tıkır tıkır çalışıyor, herkes memnun. Üstelik bunlarda sıkıyönetim var. Sıkıyönetim ne mi? Zaten sorasın diye açıklamadım. Soracağını biliyordum. Gece 12’den sonra barlara, publara giremezsin. Hala açıktırlar ama içeri yeni müşteri alamazlar. Yasak. 12’den sonra sigara içmeye dışarı çıkan tiryaki bir daha içeri giremez. Onun için gece yarısından sonra sigara içmeye ara veren çakma yeşilaycılar çok bu kentte. Biraz daha yolumuz var, en kuzeye. Hadi gel.

Birleşik Krallık’ın en kuzey noktasındayız, burası John o’Groats köyü. Daha çok sürmek istesekte daha ötesi yok artık. İngiltere’yi uçtan uca geçtik seninle. Dün seninle Land’s End’e gitmiştik ya, hani ne güneydeki nokta. John o’Groats ‘ın takma adı Land’s End’le  aynı:  “başlangıç ve bitiş noktası”.  “Burada İngiltere’nin ilk ve son dükkanı bulunuyor” yazısının altında fotoğrafını çekmemi ister misin? Yok, sağol, çekme benim fotoğrafımı, sevmem.  Hop hop, dur! Çekme o çocuğun fotoğrafını da! Yasak, valla alırlar içeri. İngiltere’de çocuk sevicilerinin önüne geçebilmek için çıkan kanuna göre çocukların fotoğrafını anne babasından izinsiz çekmek hapse girme sebebi. Aman gözünü seveyim okuyucu, döndür o kamerayı. Hah şöyle.

İskoçya viskinin anavatanı ama canım Guinness çekti, gel okuyucu gel girelim şu pub’a. Zaten hava da buz gibi. İçelim birer sıcak bira. Bu ülke havadan bağımsız olarak daima sıcak bira ikram etmeyi becerebilenlerin yeri. Guinness iyi geldi. Biraz da elma birası “cider” içmeli. Gerçi burada yeni yetme içeceği olarak bilinir ya neyse. İçinde biraya göre daha fazla alkol olduğu ve fiyatı aynı olduğu için içmeye yeni başlayan delikanlılar hep cider ısmarlar. İki birayla acayip gevşedim valla.

 Okuyucu, burası tam bana göre, deniz var, fazla insan yok, istediğim zaman çıkarım piyasaya, istediğim zaman yok olurum. Ben biraz daha takılayım burada. Yol benim için burada bitiyor. Al bu anahtarları, yolcu artık sensin. Harita mı lazım? Benim haritam var, ama kullanmanı tavsiye etmem. Gitmen için başkasının haritasına ihtiyacın yok. Önce hayal et, sonra sür, sonra herkese anlat. Güle güle yolcu.

İngiltere: Başlangıçtan Bitişe, Bitişten Başlangıca ( 1/2)

      
        Beş seneye yakın ev bellediğim İngiltere’yi size aktarmayı erteleye erteleye en sona bıraktım. Anlatmaya bir yerden başlamak lazım, dinleyin o zaman. Bir  ara “bilgi” nedir diye takmıştım: “özünde nasıl bi şeydir, nasıl öğrenilir, nasıl aktarılır?” üzerine ne bulsam okuyordum. Bilgi konusunda 20. yüzyılın en önemli düşünürlerden biri de Michael Polanyi. Adam önce kimyagermiş, sonraları ekonomist olmuş ve en sonunda felsefe dersleri vermiş, her yol var yani, güzel. O sıralar yaşadığım Amerikan şehrindeki kütüphanede Polanyi’nin kitaplarını aradım. Tuğla kadar bir kitap buldum: “Kişisel Bilgi”. 1967’de kütüphaneye satın alınmış, o zamandan sonra sadece bir kez, o da 1971’de, ödünç alınmış. Raftan bir daha alınmak için 35 seneden fazla beni beklemiş. Polanyi demiş ki “ Bilginin çeşitleri vardır: bir kısmı resmidir ve formüle edilebilir. Dolayısıyla başkasına kolayca aktarılabilir. Bir kısım bilgi ise kişiselleşmiştir. Kişi, içselleştirdiği bilgiyi nasıl bildiğini bilemez, bu çeşit bilgiyi aktarmaya kalkarsa hep bir şey eksik kalacaktır. Dolayısıyla iyi bildikleriniz eğer basit ve formüle edilebilir değilse karşınızdakine asla tam olarak aktarılamaz.”. Bu girişi yaptıktan sonra “ İngiltere nasıl bir yer?” sorunuza cevap vereyim “ Bilemem. İngiltere’yi anlatabilmek için gereğinden uzun kaldım oralarda, isterseniz ülkeye iki haftalığına giden birine sorun. Onun anlatacağı daha çok hikayesi olabilir.”.  Ey okuyucu, boş ver sen benim karalamalarımı. Ben sana bir şey anlatmaya kalkmayayım, böyle olmayacak. Gel seninle Birleşik Krallığın sokaklarına, bahçelerine, soluk benizli insanlarına ve havayla bozmuş İngiliz beyninin kıvrımlarına vuralım kendimizi. Arabada yanıma otur, ben süreyim, sen gör.

            Gezi listemiz ortaya karışık: popüler yerler, turistlerin öldürsen uğramayacağı yerler ve İngiliz kimliğinin dışarıdan kolayca gözükmeyen katmanları bir arada. Çorba gibi yani, böylesi daha iyi, inan bana. Yola Swindon’dan çıkacağız. Swindon’ın nerede olduğunu bilmemen çok doğal, yoldan çevirdiğin bir İngiliz’e sorsan büyük ihtimal o da bilmez nerede olduğunu. Swindon, Londra ile Bristol’un ortasında bizim İzmit benzeri endüstriyel bir şehir. Pek bir numarası olmayan önemsiz bir yer, benim ev orada. Yola çıkmadan önce kahvaltı edelim. Evin salonu dar mı geldi? Hiç değil, okuyucu. Burası İngiltere. Evim büyük bile. İngilizler apartmanda yaşamak yerine müstakil evleri tercih ediyorlar. Küçük bir adada herkes müstakil ev isterse toprak fiyatları aya kadar çıkar, burada olduğu gibi. Evler müstakil kalır, ama küçülür de küçülür. Buradaki iki katlı villaların çoğu 100 metrekarenin altındadır. Önünde küçük bir bahçesi olan bu evlerin aylık belediye vergisi 300 TL’den başlar, dikkatini çekerim okuyucu aylık dedim, 300 TL dedim. Kira gibi belediye vergisi yani. Biraz daha çay vereyim mi? İngiliz çayı nerede mi yetişiyor? Dünyaca ünlü İngiliz çaylarının hiçbiri İngiltere’de yetişmiyor. Artık İngiltere’de hemen hiçbir şey üretilmiyor zaten. Finans merkezi burası, dünyanın parası bu ülkeden geçiyor. Biraz da eskiden sömürgecilik günlerinden kalma bağlantılarını kullandıkları komisyonculuk işleri falan. Sanayi devrimini gerçekleştiren ülkede artık sanayi yok, hükümet sanayi ayakta kalsın diye uğraşmıyor bile. Bilgi çağı, yenilikçilik, tasarım üzerine yatırım yapıyor. Hadi çıkalım. Kapıda su şişeleri mi var? Onlar belediyeden. Nadir de olsa su kesintisi oluyor burada, bakım-bonarım için. O zaman kesintiden bir hafta önce evlere su bırakıyorlar, bakalım bu kesinti ne kadar sürecekmiş? Üç saat, üç şişe su. İnanmayacaksın ama İngiltere’de su sıkıntısı olan bölgeler de var. Barajların kapasitesi bazı bölgelerde hızla artan nüfusa yetişemediği için iki ay az yağmur yağsa su yetmemeye başlıyor. Biliyorum, yağmur ülkesinde su sıkıntısı garip, ama böyle işte. Neyse okuyucu hadi bin arabaya. Dur ben şu çöpü çıkarayım, malum bugün çöp toplama günü. Komşuya hafif bir selam ve yola çıkış.

            Sokaklar dar değil mi? Aslına bakarsan özellikle iki araba yan yana geçemesin diye planlanmış bunlar. Ara sokaklara arabaların girmesi istenen bir şey değil. Şehir planlamacılar buralara ,sadece işi olan girsin diye, “trafiği yavaşlatma” yöntemleri uygulamış: bol viraj, hız tümsekleri, çok düşük hız limitleri. Onun için İngiltere’de mahalle arasında yol bulmak kabus gibi bir şeydir. İlerideki şu yeni pub’ı görüyor musun? İlginç bir hikayesi var. Bak burası yeni mahalle, her şey yeni planlanmış, altyapıyı devlet hazırlamış sonra üzerine villalar inşa edilmiş. Pub’ın olduğu arazi imar planında sağlık ocağı olarak ayrılmış, ama siteye yerleşenler ”civarda sağlık ocağı zaten var, bize pub lazım” diyerek planı değiştirtmişler. Sonra gördüğün pub yapılmış. Pub deyip geçme, İngilizler için çok önemlidir. Sanayi devrimi başladığında  köyden fabrikalara çalışmaya gelenler için yeteri kadar ev yokmuş, insanlar mecburen aileleri ile birlikte mutfağı ve salonu olmayan odalara sığışmışlar. Yer olmadığı için ne evde yemek pişebiliyor ne de kimse kimseye misafirliğe gidebiliyormuş, işte “public house”  ( halk evi-Pub) bu ihtiyaçtan doğmuş. Şimdi girelim şu pub’a kucağında çocuğuyla yemeğe gelen ev hanımından, işe gitmeden önce bira içmeye gelen inşaat işçisine, en tepedeki yöneticisinden, çöpçüsüne herkese rastlarsın. Yerel pub’lar hep böyle. Büyük şehirler farklı ama. Yemek servisi yapan pub’larda nedense hep “iyi yemek” diye reklam yapılır. “Lezzetli yemek, nefis yemek” yazmaz.  Adamlar gerçekçi de ondan, İngiliz mutfağı denilen şey tat değil doyuruculuk üzerine kurulu: haşla, kızart, mideye indir. Ülkede İngiliz lokantasından çok Hint lokantası var zaten.

Gel ilk önce bir deniz havası alalım senle okuyucu. Bu adada en çok özlediğim şey deniz, ne garip di mi? Swindon’dan en yakın deniz kıyısı bir buçuk saat, hafta arası gelinmiyor yani. Şimdi yönümüz Bournemouth sahili. Yolda Marlborough’dan geçeceğiz, severim ben bu küçük şehri. Marlborough eskiden Londra-Bath yolunda önemli bir durakmış, halen İngiltere’nin en genişi olan ana caddesi kim bilir neler görmüştür? Ben buraya her geldiğimde şu ağaçtan  toplar satan dükkana uğrar ve her seferinde halen açık olmasına şaşırırım. Dükkanda çeşitli boylarda tahta toplar dışında şey satılmıyor. “Ne yapılır bu toplarla?” diye dükkan sahibine sordum: “dekoratif olarak sonsuz olasılık var, al istediğin renge boya istediğin şekle sok” dedi. Demek ki adama inananlar var. Marlborough yakınlarında Stonehenge var. Hani şu eski pagan anıtı, taşları yuvarlak şekilde dizmişler ya. Ben olsam gitmezdim ama madem istiyorsun okuyucu, tamam oraya da uğrayalım.

            Bak şu ortadaki yuvarlak şekilde dizilmiş taşlar Stonehenge. Ziyaretçi merkezinden biletle beraber bir elektronik rehber al okuyucu, yok bana lazım değil çok kişiyi getirdim buraya ne dediğini biliyorum. Stonehenge için diyecek ki “ bu taşlar pagan törenleri için dikilmiş olsa gerek ama niye burada bilmiyoruz, sonra kim getirdi bilmiyoruz, tam olarak ne işe yarardı bilmiyoruz, aslında taşların orijinal dizilişlerini de bilmiyoruz. Stonehenge, çok değerli bir Dünya mirasıdır. ”.  Hadi gidelim. Deniz daha ilginç.

Bournemouth, İngiltere’nin küçük ama adı bilinen tatil beldelerinden biri. 10 kilometrelik koca bir kumsalı var. Şehrin arkası çam ormanları, şehir bakımlı. Biz doğrudan sahile inelim okuyucu, iskele civarında dolaşması keyifli oluyor. Sıcaklık kaç derece mi dedin? Bugün sekiz derece. Denize bu havada nasıl mı giriyorlar? Üstelik çamur gibi denize bu kadar dalga varken girilir mi?  Ooo, dur bi dakka okuyucu. Çıkar bakayım o Akdenizli gözlüğünü. İlk sorundan cevaplamaya başlayayım. Sekiz derecede deniz girilir mi dedin di mi? Bu İngilizlerin kanında anti-friz olduğunda kuşkulanıyorum. En soğuk havada bile üzerlerine bir tişört atıp çıkarlar, sonra titrerler ama ses etmezler. Sokakta soğuktan dudakları morarmış çocukları sen görürsün, anneleri “hava soğuk değil ki” der çocuklar da dert etmez. O çamur gibi dediğin deniz İngiltere’nin en iyilerinden. Boşuna mı her yaz İngilizler İspanya kıyılarını istila ediyor, boşuna mı Marmaris İngilizleşiyor? Geçenlerde anket yapmışlar, İngilizlerin %60 ı başka ülkelere göç etmeyi planlıyormuş. Havanın etkisi büyük bu cevapta. Güneşi gördüler mi hemen açılır saçılırlar zaten. Sen güneşi gördün mü kaç bu ülkeden: ne kadar bira göbeği yapmış obez kadın,  ne kadar 11 aylık hamile görüntüsünde adam varsa açılırlar. Avrupa’nın en şişman kadınları bu ülkededir bu arada. İngiltere kıyılarında gelgit farkı fazla olduğu için iskeleleri uzun yaparlar, gel bunun en ucunda çay içilecek bir yer var. Biraz serindir ama denizin üzerinde yiyip içebileceğin pek yer yok bu ülkede.

Bournemouth’tan batıya Bath’a gidiyoruz şimdi. Ne oldu okuyucu rengin sararmış, araba mı tuttu? Hızlı mı gidiyorum küçücük yolda? Hayır yavaşlamayacağım, kurallara uyuyoruz. Sıkıysa uyma, bu ülkede 20,000’den fazla hız radarı var. Bak şu sarı kutuları gördün mü? Onlar radar. Burası ada, dar yani, adamlar her karış toprağı değerlendiriyor Yol kenarlarında emniyet şeridi ancak büyük yollarda olur. Bu da şehirlerarası yol ama yok işte. Merak etme yol fazla uzun değil.

 Geldik işte, burası Bath. Bath “hamam” demek, şehir Romalılar zamanında bir kaynağın çevresine kurulmuş. O zamandan beri de turistleri kendine çekmeyi bilmiş. Uzun uzun şehirde turlamayacağız. Ben seni buraya kartpostal turistliği yapasın diye getirdim okuyucu. Geldin mi geldin. Bath’ın zevki iki saatte çıkmaz, güzel bir şehirdir, daha çok vakit geçirmek lazım. Ama gel Royal Crescent’ta bir fotoğrafını çekelim, buranın en tanınan binalarındandır. Sorarlarsa gittim dersin, ama sonra sen yine gel. Bu binalar, bu nehir, bu şirin sokaklar İngiltere’nin başka yerlerinde  zor bulunur.

Sırada Bristol var. Burası eskinin en heyheyli şehirlerinden. Liman şehri. Bugünlerde bana göre pek bir şey yok. Resmi olarak İngiltere’nin en iyi Japon lokantası burada, Londra’da değil. İkinci en iyi Japon lokantası da Swindon’da. Niye anlattım bunu? İngiltere’de her şey tek şehre yığılı değil, iyi bir şey. Buraya geldik madem, limanda turlayalım biraz, şehrin en görülesi yerlerinden biridir. Yok, oraya park edemem. Niye mi? Otomatik park parası ödeme makinesi var, ama en fazla bir saatlik parka izin veriyor. Ceza yememek için bir saat sonra gelip yeniden ödeme yapmam lazım, yetişemeyiz. İngiltere belediyeleri için park cezaları çok iyi bir gelir kaynağı. Ödediğin süreden 5 dakika fazla park et, anında cezayı yersin. Gece bu şehirde iyi müzik olur okuyucu. Müziğiyle bilinen İngiltere’de canlı müzik yapan pub bulmak o kadar kolay değil artık. Belediyeler  gürültü olmasın diye sadece evlere uzak yerlere canlı müzik ruhsatı veriyor, Bristol o bakımdan şanslı. Başka zamana artık.

            Bristol’den güney batıya doğru sürmeye devam ediyoruz, okuyucu. Bak şu soldaki yola girersek Cheddar kanyonuna varırız. İngilizler pek sever bu bölgeyi. Cheddar peyniri ilk olarak bu köyde üretilmiş, şimdi  sadece çakma cheddar peynir mekanı: başka yerde üretip burada satıyorlar. Sağdaki yoldan devam edersek Weston-super-Mare’ye varırız. Burada gelgit olduğunda deniz 15 metre çekilebilir, 2 saat önce deniz olan kilometrelerce alan boş kalır. O zaman yürümek hoş oluyor, garip bir duygu. Ufak gölcüklerde suyun gelmesini bekleyen balıklar, onları yemeye çalışan martılar, kuma gömülen yengeçler. Kendi kendine diyorsun ki “ abi 2 saat önce burası 15 metre derindi, şimdi kara, işe bak”. Ama çok da hayale dalmaya gelmez burada. Su gittiği hızla geri gelir, onun için her yer uyarı levhası dolu.

            Okuyucu, bu bölgenin adı Cornwall. Birleşik Krallıkta İskoçya’nın göller bölgesi ile birlikte benim en sevdiğim iki yerden biridir. Doğa güzel, çevre bakımlı, evler şirindir. Üstelik İngiltere’de yiyipte hoşuna gidebilecek tek yerel yiyecek olan “Cornish pasty”’nin mekanıdır. Cornish pasty, bizim böreklerin malzemesi çok bol olup, yarım ay şeklinde ve çeyrek ekmek büyüklüğünde hazırlanmış olanı. Yeme de yanında yat. Bak bunu başka İngiliz yemeğine söylemem mümkün değil, gördük mü ısmarlayayım sana.

          Arabayı sürdük, sürdük ve sonunda adada olduğumuzu bize hatırlatacak şekilde yolun sonuna geldik. Yol bitti. Okuyucu, buradan ötesi deniz. Olduğumuz yerin adı Land’s End, yani “Karanın Sonu”. Burasının takma adı “başlangıç ve bitiş noktası”dır. Niye? Amma da çok “niye” diyorsun  okuyucu, bana benzemeye başladın. Çünkü, Birleşik Krallık’ta yapabileceğin en uzun kara yolculuğun buradan başlar ya da biter. Burası en güneydeki uç, en kuzeydeki John o’Groats’a 874 mil yol var. Yarın gideceğiz John o ‘Groats’a. O gördüğün “Karanın Sonu” tabelasının fotoğrafını çekmek bile paralı, 5 paundun varsa. Niye bütün turistler aynı yerde aynı fotoğrafı çekmek ister? Koyun sürüsü gibi aynı şeyi yapınca niye mutlu hissedilir ki? Tamam, sen de çek fotoğrafı okuyucu, ben biraz oturacağım deniz kenarında. Gece eve geri döneceğiz, Swindon’a. 




 Yazı devam edecek....
          

Hurafeistan: Moğolistan



Gezdiğim yerlerde yerel halkın pek çok ilginç batıl inancı olduğunu fark ettim. Her halkın batıl inançları var ama Moğollar batıl inançlar konusunda herkesi aşmışlar onlara yetişmek zor. Moğol inançları arasında kısa bir gezi yapalım hadi.

  • Gerde ( çadır) ıslık çalınmaz, fırtınaya yol açar.
  • Kapının eşiğine oturulmaz kısmet bağlanır.
  • Kapıdan içeri düşmek iyidir, dışarı düşmek kötüdür.
  • Tilki önünüzde soldan sağa geçerse iyidir, para gelir. Sağdan sola geçerse kötüdür para gider.
  • Süt dökmek kötü şans getirir. Ama birisi yola çıkarken peşinden süt dökmek gerekir.
  • Moğolistan’da çocuklar 5-6 yaşına gelene kadar çabuk hasta olup ölebildikleri için onlara geçici bir isim verilir. Bizim kültürümüzde bunun karşılığı “Boğaç han” hikayesinde vardır, çocuğun ismi büyünce değiştirilir. Moğollarda çocuğun yaşamasını garantilemek için çocuğa” İsimsiz”, “bu yok”, “bu insan değil”, “bu kız  (erkek çocuğa verilen isim)” gibi isimler var. Bize Moğolistan’da eşlik eden rehber Ulzii’nin  53 yaşındaki bir çalışma arkadaşından bahsetti. Küçükken “ bu insan değil” adı verilen hanım, ismi daha sonra değiştirilmediği için halen “insan değil” .
  • Votka içilmeden önce tanrılara da sunmak gerekir. Bunun için orta parmağınıza votkaya azıcık daldırıp göğe, rüzgara ve toprağa da votka vermeniz gerekir. Yoksa tanrıları kızdırmış olursunuz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...