Mutlu Yıllar !

Sevgili Şimdigezelimciler, 

2010'un hepimize sağlık, keyif ve bol bol seyahat getirmesini diliyorum.

Nice mutlu yıllara,

Başar

Ozlem-Pansiyon seyahat bursu için genç gezginler arıyor! SON 8 Gun!

Ben dünya seyhatine çıkmadan önce bakabileceğim fazla Türkçe kaynak yoktu. Bu kısıtlı kaynakları içinde en eğlendirici ve bilgilerendirici olanlarından biri Özlem Yücel'in yazdığı Özlem Pansiyon bloğu idi. Özlem döndükten sonra güzel bir girişimde bulunuyor ve gezginlere seyahat bursu veriyor.

Nasıl mı?

Özlemin Web sayfasına gitmek için acele edin: sadece 8 gün kaldı!




ÖZLEM'İN KONUYLA İLGİLİ YAZISI
-------------------------------------------------------------------------------------

Bindiğim ilk otobüsü hatırlamıyorum, ilk treni ya da uçağı... Çıktığım ilk tatili de. İlk yalnız ve gerçek seyahatimi hatırlıyorum ama.
Beş yaşındaydım. Babam bir yaz beni çocukluğunun geçtiği topraklara götürdü; birkaç gün sonra ben kalıcam da kalıcam diye tutturuk yapınca beni bırakıp İstanbul'a döndü. Her yer, bağ bahçe... Tarlalarda gezinmeyi, ateş yakıp mısır közlemeyi, arılardan kaçmayı, eşeğe ve dövene binmeyi, ağaçlara tırmanmayı, havuza atlamayı (tarlaları sulamak için kullanılan havuz) o yaz öğrendim ben. Arı soktu, dayak yedim vs.
Anladım ki sonradan, dayaklı gezi seyahat, dayaksızı tatildir. İte kaka deneyene, örselenerek ilerleyene gezgin... ekmek yoksa pasta yiyen, mutlulukla yuvarlanana ise turist denir (yani ben dedim şimdi:)).
Tatillere bir itirazım yok, yanlış anlaşılmasın. Her insan tatil sever ama her insan yolculuk sevmez. Daha doğrusu her insanı, o çileli bilinmez karanlık yollar aynı şiddetle çağırmaz.


Seyahat kimileri için bir 'ihtiyaç'tır.
Yaşamla kavgası olanların, önündeki yoldan gitmeyip, kendi yolunu arayanların işidir gezginlik.
Bir yandan yel değirmenleriyle savaşmak, bir yandan su gibi akmak ihtiyacını duyan romantikler alır çileli yolların tadını...
Serseri, adressiz ruhlar özler ötedekini.
İşte ben o ihtiyaç sahibi genç gezginleri arıyorum !!!
Daha önce kabaca bahsettiğim bursu biraz detaylandırayım.
Genç Gezginler Seyahat Bursu
Burs Kapsamı Ne Olacak?
Burs bir genç gezginin, 2010 yazında kullanabileceği, Avrupa'da geçerli tren biletini (interrail) ve su/ekmekle yaşayacağı kadar cep harçlığını kapsıyor (500 Euro civarı bir bütçe diyelim biz burs kapsamına, gerekli ekipmanı ve desteği çevremizden döve döve toplarız icabında. Unutmayın dayaksız seyahat tatildir:P).
Adaylarda Ne Arıyorum?
Genç Gezgin; 18-26 yaş aralığında, öğrenci (iyi okulun tembel tenekesi en sevdiğim modeldir), 'ihtiyaç' sahibi (ihtiyaçtan anladığımı yukarıda açıkladım) ve yazmaya yetenekli olmalı. Yabancı dil bilse hayrına olur (yoksa her memlekette bolca gözyaşı akıtması, yana yakıla da gurbetçi araması gerekir:)
 Bursiyeri Nasıl Seçeceğim?
Bu burs ile; 5 mi, 10 mu, 100 kişi mi ilgilenecek, hiç fikrim yok. O yüzden kervan biraz yolda düzülecek sanırım.
İlgili arkadaşların 5 Ocak 2010 tarihine kadar seyahatbursu@gmail.com adresine resimli bir özgeçmiş (korkmayın, resim sadece güvenlik amaçlı, yoksa bana ne sizin tipinizden;)) + 'Interrail'a çıkmayı neden istediğini' açıklayan bir yazıyla başvurması gerekiyor. Dilerseniz o yazının yayınlandığı bir blog adresi de yollayabilirsiniz. Seçilen adayın anılarını bir blog ile paylaşması, bursun beklediğim tek karşılığı olduğu için hali hazırda bir blog yazarı olmanız avantaj bile olabilir.
Gelecek başvurulardan yapacağım bir ön eleme ile, coşkusuna ikna olduğum 5 adayın yazılarını 15 Şubat'ta blogda paylaşacağım. Interrail'a çıkacak kişiye Pansiyon okurları anketle karar verecek. Mart ortasında da bursiyer belli olacak (hazırlık yapabileceğiniz ve hayal kurabileceğiniz kadar zaman var yani. Interrail için ideal zaman bence yaz ayları).
Adil geliyor mu bu yaklaşım size? Bildiğim bir seyahat bursu olmadığı için, uydurduğum bu yaklaşımda bir olmamışlık veya akla getirmediğim uygunsuz bir durum görüyorsanız lütfen yazın. Ben de acemisiyim bu işin.
Niye Böyle Bir İşe Kalkıştım?
Ben de interrail yaparak başladım gezginliğe. 18 yaşından beri çalışıyorum. Okul masraflarım için bile ailemden maddi destek istemedim. O yollarda olmayı yürekten isteyen bir insanın, mutlaka ama mutlaka bir yolunu bulabileceğini biliyorum. Yine de bazen koşulları o kadar da zorlamaya gerek yok. İnsanın vakti varken güveni, parası, vizyonu olmayabiliyor. Parası olduğunda da zamanı ya da kurduğu hayatı riske atacak cesareti. Hayata geç kalmak o kadar mümkün ve kolay ki.
Ne böyle bir destek fikrini yaşama geçirmeye çalıştığım için kahramanım, ne de bunu kurumsallaştırmaya çalıştığım için art niyetli. İşim, iletişim. Bir şeyin kitleselleşmesi için kurumsallaşması gerektiğine inanıyorum. Yoksa elbette çevremde al sana interrail bileti desem havalara uçacak bir dünya genç var.
Bu seyahat bursu sadece bir sembol benim için. Hayırlara vesile olmasını, gelenekselleşerek sürmesini, bursu anlamlı bulanlarca desteklenmesini ve (inşallah bir gün) 1 değil, 10 gencin yollara düşmesine katkıda bulunmasını dilerim.


----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.

Venezuela: Bir kilometre boyundaki şelale



            Resmi adı “ Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti”  (República Bolivariana de Venezuela ) olan Venezuela'nın,  Bolivar eyaletinin Bolivar şehrinde (Ciudad Bolivar)  Bolivar meydanına çıkan Bolivar caddesindeyim. Şehrin kurucusu -bildiniz- Bolivar. Bu gezimizde Bolivar şehriyle ilgimiz aslında transfer noktası olmasından öteye gitmiyor. Ama gelmişken turlamamak olmaz.  Şehir Orinoko nehrinin daraldığı bir noktaya -ki genişlik 300 metreye düşüyor- kurulmuş. Nehir kıyısındaki Paseo Orinoco ve eski şehrin merkezi Plaza Bolivar dışında şehirde ilgi çekici bir bölge yok. Bolivar şehri bölgenin ticaret merkezi olduğu için genişçe bir alanı pazara ayrılmış. Pazarda satılanlar genelde Çin'den gelme ucuz mallar. Bizim gideceğimiz Angel şelalesi öyle sapa bir yerde ki 1933 yılına kadar varlığı bile bilinmiyormuş.  1933 yılında bölgede maden arayan maceracı pilot Jimmie Angel, şelaleyi havadan görmüş. Karadan gidecek yeri bulamayınca sonunda 1937 yılında uçakla şelalenin yanına inmeyi denemiş. İniş sırasında uçak kullanılamaz hale gelmiş: Jimmie Angel ve yanındakiler çakılan uçaktan kurtularak şelaleyi herkese anlatmışlar. Jimmie’nin şerefine şelaleye Angel adı verilmiş. Angel şelalesi bildiğiniz şelalelerden değil: boyu  bir kilometre ( mühendisler için not : tamaammm kesin rakam isterseniz 979 metre). Şelaleye ulaşmak bugün bile zor ve tam bir dert, yani tam bize göre. Ne duruyoruz o zaman? Şimdi yol zamanıdır.
Bolivar şehrinden Angel şelalesine gitmek için uçak şart. Niye mi? Bölgeye giden hiç yol yokta onun için. Uçakla Canaima milli parkı merkezine inip oradan sürat teknesi devam edeceğiz. En sonunda da tropik ormanın içinde mümkünse anakondalarla haşır neşir olmadan yürüyerek Angel şelalesine ulaşacağız.
Canaima'da ancak uçakların inişine müsait bir havaalanı olduğu için 5 kişilik pırpır uçakla Bolivar'dan yola çıkıyoruz. Pilotumuzun omuz ve baş sallama tikleri var: birden omuzlarını ritmik bir şekilde oynatmaya başlıyor, sonra birisini onaylarmışçasına  başını sallıyor, duruyor, üç dakika sonra yine. Özellikle pilotun yanına oturan yolcu ( ben) için garip bir durum. Bir saatten biraz fazla süren bir uçuş sonunda Canaima'ya iniyoruz. Havaalanında bizi Angel şelalelerine götürecek olan tur lideri karşılıyor. Başka uçaklarla gelenlerle birlikte nehir kenarına kamyonla gidiyoruz. Burada can yeleklerini takıp “curiara” denen yekpare ağaçtan oyma kanoya biniyoruz. Curiara’lar, arkalarına çok büyük dizel motorlar takılan ince ve uzun el yapımı kanolar. Kanoda yan yana iki kişi oturabiliyor, 6 sıra var. Kano sürücüsü bizleri ağırlığımıza göre eşleyip sıralara öyle oturtuyor: maksat kanonun dengesini sağlamak. Herkes yerine oturdu, artık yola çıkmaya hazırız. Ve nehir üzerinde alçak uçuşumuz başlıyor
Kulakları sağır eden motor gürültümüzle kuşları kaçırarak nehrin akış yönünün tersine yol alıyoruz. Yağmur mevsimi yeni başladığı için yer yer su derinliği az. Kanomuzun sürücüsü Canaima’nın yerli halklarından biri olan Pemon kabilesinden. Buralardan yüzlerce kez geçtiği belli: herhangi görünür bir sebep olmaksızın kendinden emin bir şekilde yön değiştiriyor, doksan derece açıyla kıyıdaki ağaçlara dönüyor, yine yön değiştiriyor, ağaç dallarını büyük bir hızla yalayarak ve altımız kayalara az da olsa çarparak ilerliyoruz. Nehrin bazı bölgeleri merdiven gibi. Suyun seviyesinin azaldığını görüyorsunuz ve siz bu merdivenin aşağı katındasınız. Sürücü büyük bir maharetle kanoyu son sürat su merdivenlerinden birer birer yukarı çıkarıyor.
Geniş bir nehir düşünün, her iki kıyıda da birer kilometre  genişliğinde çok ama çok sık orman ve ormanın bittiği yerden birden yükselen 2.5 kilometrelik bir duvar. Birden yükselip tepesi masa gibi düz olan bu dağlara “tepui” adı veriliyor. Biz kolayımıza gelen şekliyle “masadağ” diyelim. Canaima bölgesinde yüksekliği sıfırdan bir çok masadağ var. Masadağların tepesi kıraç falan değil, ağaçlık yeşil.  Masadağların çoğunun zirvesinden aşağı şelaleler akıyor, yol boyunca  yüksekten düşen yüzlerce şelalecik görüyorsunuz. Dört saat süren yolculuk sırasında gördüğümüz masadağlar ve yüzlerce şelale bile bizi ufukta bir anda beliren Angel şelalesini görmeye hazırlayamıyor. Angel şelalesi kalın orman örtüsü bir an için azaldığında bir masadağın ardından tüm muhteşemliği ile kendini gösteriyor. Dünyanın en uzun şelalesi olan Angel, tam bir doğa harikası. Şelale o kadar uzun ki fizik kurallarını alt üst ediyor:  masadağın tepesinde 979 metreden çağlayarak düşen su, aşağıya doğru düştükçe form değiştirmeye başlıyor. Yere doğru yaptığı yolculuğu yarıladığında bir sis halini alıyor. Şelale artık şelale değil: sadece beyaz ve yoğun bir sis. Sis bulutu yere yakınlaştıkça yoğunlaşıp rengi daha da beyazlaşıyor. Sisteki su damlacıkları yer çekimine karşı koyamayıp yerde kayalara çarpınca birden bir şelale olduklarını hatırlıyorlar. Tekrar su haline geliyorlar ve Angel şelalesi yine çağlıyor. Nefis bir görüntü.
Teknemizi Angel’a yakın bir yere çekip sisin şelale olduğunu hatırladığı noktaya doğru yürümeye başlıyoruz. Tropik orman içinde yürümek zahmetli iş, nemden anında sırık sıklam oluyorsunuz. Yerler bitkilerden dolayı kaygan bir de bunun üzerine bölgede bulunan zehirli yılan ve böcek türlerinden sakınmak için adımınızı attığınız yere dikkat etmeniz gerekiyor. Pemonların “geyik yutar” adını verdikleri bir anakonda cinsi de bu bölgenin yerlisi.  Bir saatlik bir tırmanış sonrası şelalenin sis olarak yere çarpıp su olarak yoluna devam ettiği kayalıklara varıyoruz. Sisin su olduğunu hatırladığı yerde küçük bir gölcük var.  Yürüyüşün tüm yorgunluğunu Angel şelalesi sularına bırakıyoruz. Karşıdaki dağlarda ise başlayan yağmuru görebiliyoruz. Güneş bulutların arasından sızıp yüzünü gösteriyor. Yüzdüğümüz gölcüğün üzerinde güneş ışınları gökkuşağı yaratıyor. Hayranlıkla gökkuşağını seyrederken karşıdaki dağlarda başka bir gökkuşağı daha çıkıyor. Yeşil dağlar, gri gökyüzünde hapsolamayıp kaçan güneş ışınları, iki gökkuşağı, büyüklüğüyle kendine hayran bırakan masadağlar, insanı kendine getiren serin bir su ve üstümüzde bir kilometreden gelen Angel şelalesi. Hayat güzel şey!
Şelaleden aşağıya inmeye başladığımızda karşıki dağlarda gördüğümüz yağmur bize ulaşıyor. Üzerimde yağmurluk olduğu halde tamamen ıslanmam bir kaç dakika sürüyor: ya yağmurdan ya da sıcaktan sırılsıklam oluyorsunuz. Kamp yerimize vardığımızda yanında ek çamaşır getirenler üstlerini değiştiriyor, diğerleri soğuk geçecek bir geceye hazırlanıyor. Kampta hamaklarda uyuyacağız. Böceklere karşı hamaklar sineklikle örtülüyor. Jeneratörün sağladığı ışık eşliğinde akşam yemeğimizi yedikten sonra tur lideri ışıkların söndürüleceğini bildiriyor. Kamp lideri yemekten önce herkesi toplayıp bölgeyle ilgili bilgi veriyor. Şelale yakınlarında jaguar, puma, zehirli yılan ve kurbağalara rastlamak olasıymış, liderin ricası geceleyin kampın adım atmamız. Tabi canım, kırar mıyız liderimizi? Gece yattığımızda saat henüz sekizi gösteriyor. Sabaha kadar hız kesmeden devam eden yağmurun serinlettiği hava üşütmeye başlıyor, hamakta battaniyemi hem altıma hem üstüme çekiyorum. Kamp lideri yağmur kesilince yola çıkacağımızı söylüyor. Oysa gök sanki hiç durmayacak gibi. Kahvaltıdan sonra liderin dediği gibi yağmur aniden kesiliyor, güneş çıkıyor. Kanoya binip Angel şelalesini son kez seyrederek yola koyuluyoruz. Kanodaki herkes Angel şelalesine son bir kez bakmak isteyince kanonun dengesi bozuluyor, sol taraf iyice suya yaklaşıyor. Ama kimsenin kano sürücüsünün uyarılarını takmaya niyeti yok: bu doğa harikasını bir daha kim bilir ne zaman ziyaret edebiliriz ki? İyi bak, oğlum Başar, iyi bak.

----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.

Bruney: 1788 odalı sarayındaki 5000 arabasıyla mutlu olabilen kanaatkar sultan


Bruney Sultanlığı, Borneo adasında, tek komşusu Malezya olan ve  400,000  nüfuslu küçük bir devlet. Ülke küçük ama gelir bakımından dünyanın önde gelenlerinden: petrol ve doğalgaz kaynakları ülkenin gelir seviyesini yükseklere taşımış. Bruney güzel bir yer, ama ülke dünyada ülkenin güzelliklerinden çok hükümdarının zenginliği ve müsrifliği ile tanınıyor. Ülkede eğitim, sağlık hizmetleri bedava. Hacca gitme ücretleri de devletçe karşılanıyor. Sultanlık, kendi geliştirdiği muhafazakar bir İslam modelini resmi din olarak seçmiş. Sultan hem devletin, hem de dinin başı.

           Bruney'in başkentinin tam adı Bandar Seri Begawan ( Seri Begawan Şehri). Bruneyliler şehre zaten kısaca “bandar” diyor. Otelden çıkmadan resepsiyondaki görevliye nereleri gezebileceğimi soruyorum. Görevli “ Yavaş yürü”  diyor. “Niye?” deyince önceden hazırlanmış cevabını yapıştırıyor: “ Yavaş yürü ki bütün şehri yarım saatte bitirebilesin.”. Bandar’ın merkezi oldukça küçük ama rahatlıkla bir gün geçirilebilecek kadar da büyük. Şehirde mutlaka görülmesi gereken üç şey var. 


Birincisi, Sultan Ömer Ali Seyfettin camisi.  Bandar’ın her yerinden gözüken bu cami İtalyan bir mimarın elinden çıkmış. Caminin bahçesindeki gölcükteki betondan yapma kayık ile minarenin üzerindeki motifler İtalyan etkisini iyice ortaya çıkarıyor. Caminin tamamen altın kaplı kubbesi en ufak bir ışıkta göz kamaştırıyor. Bandar denince ilk akla gelen bina bu cami.

İkincisi,  Bandar’ın Kampung Ayer bölgesi . Kampung Ayer, yerel dilde "su köyü" anlamına geliyor ama, otuz bin kişiden fazla insanın yaşadığı bu yere köy demek tam doğru değil. Kampung Ayer’de biraz dolaşalım da siz karar veririsiniz su köyü mü su şehri mi olduğuna.

Kampung Ayer iki bölgeden oluşuyor: Bandar tarafı ve bir dakikalık kısa bir tekne yolculuğu ile varılan deniz tarafı. Kampung Ayer’in özellikle deniz tarafındaki kısmı ilginç ve büyük. Buradaki tüm evler suya çakılan kazıkları üzerinde kurulmuş.Sokaklar evlerin arasına tahta kaldırımları çakılmasıyla oluşmuş. Sokaklar dar ve hele bazı yerlerde yürüdükçe sallanıyor. Kampung Ayer içinde yaşam karadakinden pek farklı değil okullar, hastaneler, bakkallar, lokantalar ve camiler var. Su şehri sakinleri evlerinden uzaklaşmadan ve Bandar’a geçmeden hemen her ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Kümes hayvanları da su şehrinde yerlerini ( sokakta dolaşamazlarsa da) almışlar.  Sokaklarda oynayan çocuklar biraz daha dikkatli olmak zorunda o kadar.
Evler dışarıdan bakımsız gibi duruyor, ama içleri son derece iyi durumda. Elektrik ve su her evde var . Çoğunda havalandırma ve bir çok elektronik alet göze çarpıyor. Evler su üzerinde olduğu için çürüme sorunu var. Yer yer içinde yaşanmayan evlerin yıkıldığını görüyorsunuz. Gelgitle sular çekildiğinde evlerin üzerinde durduğu sırıklar iyice ortaya çıkıyor. İşte o zaman yengeçle beslenen balıkçıllara gün doğuyor, ve tabi kuş peşinde olan kedilere de. Bütün evlerin iki kapısı var: sokaklara bakan kapılar ve suya inen ( kayıklara) merdivenlere bakan kapılar. Evlerin balkonlarından ve salonlarından denize sarkıtılmış olta ve yengeç tuzakları görmek mümkün. Salonda TV seyrederken balık avlamaya ne dersiniz?  Su şehrinde yaşıyorsanız ve “salondan balık tutmak beni açmaz illaki kayıktan tutacağım.” derseniz balkonunuza bağlı kayığınıza hemen atlayabilirsiniz. Kampung Ayer’de sokaklar karışık bir düzen içinde. Yabancı olarak kaybolmanız olası ama yereller her zaman nazik ve yardımsever.  Benim gibi nerede olduğunuzu karıştırırsanız yerellerden birine “taksi” deyin, sizi evinin balkonundan çağırdığı bir “su taksisi”ne bindirecektir. Bandar’ın bu ilginç köşesinin tek kötü yanı aşırı nemli oluşu, mümkünse sabah saatlerinde dolaşmak en iyisi.

Bandar’da görülmesi gereken üçüncü ve en ilginç olan şey ise ülkenin mutlak hükümdarı Sultan Hasan Bolkiah.


Sultan, 1788 odalı, 200,000 metrekarelik alanıyla dünyanın en büyüğü olan sarayında yaşıyor.  Evin garajı da fena değil: sultanın 5000 arabasına yetecek kapalı alanı var. Sultanın polo oynarken zaman zaman kullandığı 200 at ise 24 saat havalandırmalı ahırlarda bakılıyor. Sultan’ın başı son zamanlarda kardeşinin harcamaları yüzünden derde girmiş. Kardeşi maliye bakanıyken iki senede ülkenin kasasından 14 milyar dolar “uçmuş”. Bu olay İngiltere mahkemelerine düşünce sultanın harcamaları uluslararası basında bolca yer bulmuş. Zavallı sultan yılda 15 milyon dolar maaş ödediği baş ev hizmetkarının getirdiği gazeteleri okurken ne kadar sıkılmıştır. Kardeş kavgasının sonunu merak ettiyseniz, ülkeyi iyi yönettiğini halkına duyurmak için tuttuğu yıllık 12 milyon dolar maaşlı beş halkla ilişkiler uzmanına göre, sultan kardeşiyle anlaşmış. Artık kardeşi bir daha habersiz 14 milyar dolar iç etmeyecekmiş.  Sultan mahkemenin stresini atmak için yılda 2.5 milyon dolar ödediği badminton hocası ile bol bol spor  yapıyormuş bugünlerde. Bir de yeni doğan torunun seviyormuş. Torununun ismi tam asillere göre, 126 harf: Yang Teramat Mulia Pengiran Muda Abdul Muntaqim Ibni Duli Yang Teramat Mulia Paduka Seri Pengiran Muda Mahkota Pengiran Muda Haji Al-Muhtadee Billah. Annesi çocuğu kahvaltıya çağırırken öğle yemeği vakti gelir yahu.   Laf aramızda bende sultanın ev hizmetkarı olmak istiyorum, bir ay çalışsam yeter. Hizmetçinin günlüğü 40,000 dolara geliyor, var mı beni eve temizliğe çağırmak isteyen sultan?

Bruney sultanı dünyanın sayılı zenginleri arasında olsa da aynı şey ülke vatandaşları için geçerli değil. Ekonomisinin %90'ı petrole dayanmakta olan Bruney artan petrol gelirlerine rağmen 1985 yılından beri bütçe açığıyla boğuşuyor. Zira ülke kaynaklarının çok büyük bir bölümü sultan ve ailesinin müsrif yaşamın desteklemek için kullanılıyor. Peki Bruney halkı bütün bunlara bir şey demiyor mu?  Sultan Hasan Bolkiah ülkenin anayasasında iki küçük değişiklik yapmış. Eklediği maddelerden biri “ Sultan, gerek özel,  gerekse resmi hayatında hata yapmaz.”  diğeri ise “ Sultanın ününü, şerefini ve büyüklüğünü gölgeleyebilecek herhangi bir yayın Bruney’de yapılamaz.” olmuş. Halkın bir şeyden haberi olmuyor, olsa da sultan kanunen hata yapmaz ki. Bandar’da görülmesi gereken üçüncü şey sultan dedim ama sultanı nasıl göreceksiniz? Onunda kolayı var: her sene şeker bayramında Sultan sarayında halkı kabul ediyor. Tek yapmanız gereken doğru zamanda Bandar’da olmak.

Otele dönünce resepsiyondaki görevli gezimin nasıl geçtiğini sordu, biraz sohbet ettik. Odama çıkmadan sultan hakkında ne düşündüğünü sordum, “ Sultanımız halkını seven dürüst ve  kanaatkar biridir.” dedi.

----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.

Lihtenştayn: Dünya Takma Diş Ve Sosis Zarı Başkenti



Bugün dünya takma diş ve sosis zarı başkentine gideceğiz. Çok heyecanlandınız değil mi? Hangimiz takma dişlerin nereden geldiğini merak etmemişizdir ki ya da sosis zarının üretim tekniklerine kafa yormamışızdır? Tamam, kabul ediyorum bunları kafaya takan fazla insan yoktur. Zaten ben de Lihtenştayn’a gitmek için üllenin çok küçük ve şirin olması dışında iyi bir neden üretmeye çalışıyorum. Gelin,  Lihtenştayn caddelerinde biraz gezinelim bakarsınız benden daha iyi bir neden bulursunuz.

Lihtenştayn’a doğrudan gitmek mümkün değil: kendi havaalanı ve tren hizmeti yok. Bu 160 kilometrekarelik ülkeye gelmek için yakındaki bir İsviçre ya da Avusturya şehrinden otobüse binmek gerekiyor. Ben Zürih’ten buraya ulaşmak için önce Sargans’a kadar trenle gelip sonra otobüsle devam ettim. Tüm yolculuk iki saat kadar sürüyor. Sargans tren istasyonunun önünden kalkan İsviçre Posta otobüslerinden birine binip Lihtenştayn’a ulaşıyorsunuz. Ülke İsviçre’nin bir şehri gibi, İsviçre ile arasında sınır yok. İsviçre Frangı resmi para birimi. Ülkedeki otobüsleri de İsviçre işletiyor. Lihtenştayn’ın kendi ordusu yok, ordu taşeronu olarak İsviçre’yi kullanıyorlar.

Lihtenştayn’ın başkenti Vaduz’da beş bin, ülkenin en büyük şehri olan Schaan’da ise altı bin kişi yaşıyor. Toplam 35,000 kişinin yaşadığı bu ülkede 73,000 şirket var. Bu şirketlerin çoğu vergiden kaçmak için kurulmuş “tabela şirket” olarak anılan cinsten. Lihtenştayn’ın zenginliği bu firmaların sağladığı para akımı ve boyuna göre oldukça fazla olan ihracatından geliyor. Dünyanın en küçük dördüncü ülkesi olan Lihtenştayn, dünyanın en büyük takma diş üreticisi. Bir alanda birincilikle de yetinmeyip işlenmiş sosis zarı üretiminde de zirveye yerleşmişler.

“Lihtenştayn’a geldim hediyelik bir şeyler götüreyim” derseniz cebinizde ciddi bir delik oluşabilir. Ortalama bir Lihtenştayn vatandaşının geliri ortalama bir Türk’ün onbir katı olduğu için ülkede her şey pahalı (takma diş ve sosis zarı dışında). Takma diş ve sosis zarı hediye edecek tanıdığınız olmadığı varsayarsak Vaduz’un Stadle caddesine gitmeniz gerekecek. Bu cadde üzerindeki mağazaların çoğu nedense İsviçre’ye özgü hediyelikler satıyor: saat, çikolata vb. En çok ilgiyi para karşılığı pasaportunuza Lihtenştayn damgası vuran hediyelik eşya dükkanı çekiyor, çünkü İsviçre’den geliyorsanız sınır kontrol yok.

Vaduz’un en yüksek yerinde Prensin şatosu var. Hükümet konağı da orada. Şato ziyarete kapalı. Lihtenştayn prensi Hans-Adam’ın kişisel serveti beş milyar doların üzerinde. Prens halen Çek cumhuriyeti, Polonya ve Avusturya’dan İkinci Dünya Savaşı sırasında el konan topraklarının iadesini istiyor. Bu toprakları da geri alırsa Avrupa’nın en zengin adamlarından biri olacak. Prens Hans-Adam zenginliğinin yanı sıra resim sanatına olan düşkünlüğü ile de tanınıyor. Prensin koleksiyonundaki resimler  Vaduz Sanat Müzesi’nde dönüşümlü olarak sergileniyor.

Lihtenştayn, “günümüzde bir prenslik nasıl ayakta kalabilir?” sorusuna cevap arayanlar , takma diş ve sosis zarı tüccarları ya da ülkenin yakınlarında işi olup hoş ve değişik zaman geçirmek isteyenler için bir günlük güzel bir gezi olanağı sağlıyor.


----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.

Gana: Biri penisimi çaldı!




Afrika’da bağımsızlığını ilk ilan eden ülke olan Gana bir çok bakımdan komşusu olan diğer Batı Afrika milletlerinden daha iyi durumda. Ekonomi daha iyi, eğitim daha iyi, güvenlik daha iyi, demokrasi daha iyi çalışıyor. Afrika’da örnek ülke olarak gösteriliyor ve bir çok batı ülkesi tarafından destekleniyor. Buna karşın komşularından daha kötü olduğu bazı şeyler de var. Mesela son yirmi sene içinde otuzdan fazla kişinin linç edilmesiyle son bulan “Biri penisimi çaldı!”  vakaları.

Gana’nın başkenti Akra üç milyonluk bir şehir. Deniz kıyısını saymazsak diğer Afrika şehirlerine göre oldukça temiz ve düzenli. Deniz kıyısı tam bir çöplük ve parası olan denizden olabildiğince uzağa taşınıyor.  Ocak ayında uğradığım Akra’da hava alabildiğine boğucu. Hava her zamanki gibi sıcak ama rahatsızlık verici boyutta değil, daha önemlisi bu mevsimde kuzeyden gelen güçlü rüzgarların sürüklediği toz bulutları şehrin üzerini örtmüş durumda. Harmatan rüzgarları Sahra çölünden kaldırdıkları tozları gana’nın kuru mevsimi boyunca ülke üzerine indiriyorlar. Gana’ya bu gelişim iki gün gecikti çünkü uçuşlar harmatanın görüş mesafesini düşürmesinden dolayı iptal oldu.

Akra’ya gelipte üç yeri görmeden geri gitmek olmaz. Birincisi Hollandalı, Portekiz ve  İngiliz sömürgecileri gören Osu kalesi. İkincisi şehir merkezindeki Gana’yı bağımsızlığına kavuşturan Kwame Nkrumah adına dikilen anıtı. Ve üçüncüsü ise Makola pazarı. Makola pazarını en sona bırakmanızı tavsiye ederim çünkü ilginç görüntülerin oldukça fazla olduğu bu yerde daha fazla zaman harcamak isteyeceksiniz. Pazarın civarında ise Afrika'dan tipik görüntüler ard arda; trafik sıkışıklığı, dilenenler, yol kenarındaki açık hava lokantaları, motosikletler, Harmatan fırtınasının etkisiyle renk değiştirmiş kirli binalar, yol kenarında tamirciler... Türkiye’de beyaz eşya kampanyalarında toplanan eski buzdolabı ve TV lere ne olduğunu merak ettiniz mi? Ben söyleyeyim, eski Vestel'ler Gana'ya... Bir sokak boyunca eski Vestel satan ikinci el eşya satıcıları...
Batı Afrika kültüründe büyücülüğün önemli bir yeri var. . Örneğin Gana’nın yakınındaki Togo’da halkın yarısından çoğu, Benin’de ise beşte biri “hangi dindensin?” sorusuna “ Vudu!  ( karabüyü) “ olarak cevap vermektedirler. Togo’da kaza yerinde kan izleri kalırsa polisin görevlerinden biri kanın karabüyüde kullanılmasını engellemektir. Bundan dolayı kalan kan izleri yok olan dek benzinle yakılmaktır. Her ne kadar Gana nüfüsunun çoğunluğu sorulduğu zaman Hristiyan ya da Müslüman olduklarını ifade etseler de geleneksel inanışlar halen devam etmektedir. “Penis çaldırma” olayları geleneksel inançların Gana toplumunda halen güçlü bir şekilde yaşadığının iyi bir göstergesidir.  
 Genelde bu tür olaylar bir erkeğin birdenbire “şu adam büyücü, penisimi çaldı” şeklinde ortaya çıkıp halkı galeyana getirmesiyle başlamakta ve büyücünün daha fazla zarar vermesini engellemek isteyen halkın onu yakması ya da döverek öldürmesi ile son bulmakta. Son zamanlarda bu olayların Gana’da daha az görülüyor çünkü polisin artık  suçlamayı yapan kişiyi tutuklamaya başlamasıdır. . Otuz kişiden fazla insanın linç edilmesine yol açan “penis çalma” olaylarının polis araştırmasında çalınan herhangi bir şeye rastlanmamıştır. Ama penisini çaldırdığını söyleyeni ikna etmek hiç kolay olmamıştır.
 Diyeceğim o ki Gana’ya yolunuz düşerse hırsızlara aman dikkat!


----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.

Guney Afrika: Burasi Cennet Burasi Cehennem

“Güney Afrika harika bir yer”. “ Hayır cehennemin taa kendisi”. “Çok zengin bir ülke “. “Hepsi sefil”. Cape Town’ı ve safari parklarını görüp gidenler burayı cennet, Johannesburg merkezini görenler cehennem sanır. Bir sene yaşadığım Güney Afrika içinde bütün karşıtlıkları barındıran bir yer. Güney Afrika üzerine binlerce farklı konuda birbiriyle çatışan on binlerce ayrı fikir ileri sürülebilir. Güney Afrika konusunda herkesin kolayca anlaşabileceği bir kaç nadir noktadan biri  ülkenin şaşırtıcı bir yer olduğudur.

Güney Afrika’da nüfusun çoğunu oluşturan siyahlarla beyazlar birbirlerini mümkün olduğu kadar görmeden yaşarlar. Hayatları ayrı, istekleri ayrıdır, ama ülkeleri aynıdır. Güney Afrika’yı anlatırken aynı ayırıma biz de uyalım.
                                                                                        
SİYAHLAR

Siyahlar size "boss" (patron) yada "master" (sahip) der. Arkanızdan “Dutchman”  ( Hollandalı,  aşağılayıcı bir terim)  derler.
Birisi size yol tarif ederken robotu geçince ikinci sokak derse şaşırmayın. Trafik ışıklarının ismi "robot" tur.
Her sene 13000 araba içinde insan varken kaçırılır.Yine her sene 11000 insan cinayete kurban gider
Nüfusun %20’ı AIDS'lidir, bunların çoğu siyahtır. Ülkenin Cumhurbaşkanı beş sene boyunca AIDS hastalığının bilimsel sebeplerini reddetmiştir, sonra nedense fikrini değiştirmiştir.
Bakire bir kızla yatınca AIDS’in tedavi olduğuna inanırlar, onun için tecavüz vakaları çok yüksektir.
AIDS yüzünden ortalama yaşam süresi erkekler için şu anda 41 yaştır.
Genel olarak poligamdırlar, ailenin reisi babaannedir. O yoksa amca. Bu yüzden erkekler pek sorumluluk hissetmeden eş değiştirip dururlar
Dindardırlar. Maaşlarının bir kısmı kiliseye akar.
Eğitimsizdirler.
%40 inin evinde elektrik, %25 inin evinde su yoktur. Gaz lambası yakar, su taşırlar.
Dilenirler, çünkü iş yoktur. Nüfusun %35 i issizdir. Bu onları suça iter.
Aile bağlantıları çok kuvvetlidir; Aile, akraba, köy, kabile ve diğerleri seklinde önem sırasına göre hareket ederler.
Beyazları sevmezler ama paraları yoktur susarlar. Beyazlardan daha ırkçıdırlar.
Diğer kabileden olan siyahları da sevmezler, fırsat bulunca kavga edip soyarlar. Her sene soygun ve cinayetlerde ölen 11000 kişinin en az %80 i zencidir.
Parası olan siyah diğer siyahları ezmekten beyazlarla uğraşmaya vakit bulamaz.
Emek çok ucuzdur, sürünürler.
Kamyonet arkaları ve tıka basa dolu minibüsler ana ulaşım araçlarıdır.
Bütün suçları komşu ülkelerden gelen göçmen siyahların işlediğini savunurlar.
Batıl inançlar halen canlıdır. Bir kısmı halen “sangoma”’ya gider ( geleneksel doktor) horoz ibiği tozuyla kurutulmuş insan cenininden yapılma ilaçtan medet umarlar.
Her şeye rağmen çok neşelidirler, yüzlerinden gülümseme kolay kolay silinmez.
En ufak bir müzikte ayağa fırlayıp çok iyi dans ederler.

BEYAZLAR

Siyahları genelde pek sevmezler ama bunu söyleyemezler. Eskiden sahip olduklarını kaybettikleri için kızgındırlar, söyleyemezler. Daha çok kızarlar.
Okumuşturlar.
Büyük şehirde olanları dışındakiler, çiftçiler kıt kanaat geçinirler. Yollarda dilenen beyazları görürseniz bunlar çoğunlukla çiftçidir.
İşini kaybeden bir beyazın yeniden iş bulması siyahları kayıran kanunlar yüzünden neredeyse imkansızdır. Bunun için hiç bir iş yapmayan beyazları dahi kovmazlar.
İşsiz kalanlar İngiltere, Dubai ve Avustralya’ya göçer.
Kendilerini Avrupalı görür, Avrupa’dan gelen  her şeye karşı hayranlık beslerler.
Emek çok ucuzdur, sömürürler. Siyahların ucuza ürettiği hizmetleri beyazlara astronomik fiyatlarla satar, kazandıklarıyla en iyi koşullarda yaşarlar.
Ataerkil ve maçodurlar. Eşlerini döverler.
Güzel ve yeni arabalar alır bunlara; immobilizer, direksiyon kilidi, alarm, vites kilidi ve dünyada bilinen en son teknoloji alarmlarını takar,  sonra araç çalınınca kafayı yerler.
Evleri elektrikli telle çevrilidir ve duvarda “silahla cevap verilir” tabelası illaki asıldır.
Tüm polis arabalarında immobilizer, direksiyon kilidi, alarm ve vites kilidi vardır. Polis arabalarının çalınması konusunda tekdirler.
“Johannesburg şehir merkezine ineceğim” diyen yabancıya deli gözüyle bakarlar, çoğu beyaz Johannesburg’lu hayatı boyunca bir kez bile merkeze  inmemiştir.
Soyulmak korkusuyla yolda yürüyemezler, geceleyin bırakın yolda yürümeyi kırmızı ışıkta bile duramazlar. Zaten güvenlik sebebiyle karanlıktan sonra kırmızı ışıkta durmak kanunen zorunlu değildir.

GENEL

Yolda kaza geçirip polisi çağırırsanız gelmeleri en az 45 dakika sürer. Eğer bir kötü mahalle yakınında iseniz, bu sürede soyulur ve vurulursunuz. Ama çekici araçlar sizin kimseyi aramanıza gerek kalmadan en fazla 3 dakika içinde olay yerine damlarlar.
Bir şey bozulursa yapılması uzun sürer ama yaparlar.
Biz bir Nobel ödülü alabilmişken onların 6 ödülü birden vardır.
Dünya altın stokunun yarısı buradadır.
Dünyanın ilk büyük elmas madeni Kimberley’dedir.
Dünyanın en büyük elmas şirketi buradadır
Resmi dil sayısı bir değil iki değil tam onbirdir.
Beyazlar golfe ve rugbye  siyahlar futbola tapar.
Afrika'nın en iyi altyapısına sahiptirler, öyle ki sadece beyaz mahallelerde dolaşsanız kendinizi ABD de sanmanız olasıdır.
Bütün Afrika’ya mal satarlar.
Afrika ile çalışmak isteyen bütün batılı şirketler burada ofis açmak zorundadır, her şeye rağmen Afrika’nın en iyi ekonomisi ve altyapısı Güney Afrika’dır.
İklimi güzeldir. Ama her zaman sıcak değildir.
Kışın ortasında yani Temmuz ayında (kulağa garip geliyor di mi?) sıcaklık gece sıfır gündüz yirmilerde dolaşır. Akşamları kesinlikle ısınmak gerekir ama Güney Afrikalıların  çoğu Afrika’da havanın soğuk olmayacağına iman etmiştir, evlerde kalorifer yoktur belki elektrik sobası olur.
Zenginleşince siyahlarda etrafı elektrikli telle çevrili evlere yerleşirler.
Güney Afrika’da yaşadığım bir sene boyunca her hafta en az birinin soyulma, kaçırılma , yaralanma hikayesini dinledim.
Dünyanın en tehlikeli mesleği  Güney Afrika’da beyaz çiftçi olmaktır. Geceleyin çiftiği basıp soygun ve öldürme vakaları çok yüksektir.
Normal bir beyaz uyurken kendini şöyle korur: evinin çevresinde elektrikli dikenli tel, telin çevresinde nöbet tutan siyah bekçi, evin etrafında demir parmaklık, içeride silah taşıma ruhsatına sahip bir güvenlik şirketine bağlı alarm sistemi ve yatak odasının kapısında içeriden kilitlenen demir kapı. Yine de soyulurlar.  
Soyulmayı garanti etmek isterseniz Johannesburg’da Hillbrow’a gidersiniz. Siyahların  bile girmeye çekindiği bir mahalledir.

İngilizceyi değişik bir aksanla konuşurlar ve kendilerine ait argoları ilginçtir. Sizi biri braai’ye ( barbecue= mangal) çağırdı. Dedi ki “ China !  ( Porselen!=arkadaş)  Yarın bize braai chow ( köpek= yemek) etmeye  gelsene. Bizim ev Sunbird caddesini geçince iki robot ( trafik ışığı) sonra ilk sağda. Önde park edilmiş bakkie ( kamyonet) lerin oraya bırak. Gelin tamam mı?  99  ( cidden) . Lekker  ( iyi)  olacak”.

Ülkede hatırı sayılır sayıda Çinli, Hintli, Lübnanlı, Musevi ve Lübnanlı nüfusu vardır. Bu yazıyı Johannesburg’da çalıştığım şirketin muhasebecisi Hint kökenli Güney Afrikalının serzenişi ile kapatayım “ Eissh ( off yaa). Bu ülkeyi zenciler birde beyazlar batırıyor. Yoksa çok güzel bir yer! “.


----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.

Eski geziler, yeni yazilar

Sizden daha fazla soru gelmeden cevaplayayım: Hayır, şu anda seyahatte değilim. Bugün blogda yayınlanan Güney Afrika'da bir sene yaşadım, ama oturup yazmamıştım. Ancak şimdi yazdım.

Bloğa koymadığım ama gezdiğim başka yerlerde var. Zaman buldukça eski gezilerime ait yeni yazılarımı ve bazı eski yazıların elden geçirilmiş hallerini burada yayınlamaya devam edeceğim.

İyi gezmeler,

Başar 


----------------------------------------------------
Bu blogda yayınlanan yeni yazıların size otomatik olarak e-postalanmasını isterseniz linke tıklayarak ŞİMDİ GEZELİM'e abone olabilirsiniz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...