Zanzibar 4 (Tanzanya)

BAHARAT

Zanzibar'a gelip baharat bahçelerine uğramadan olmaz. Umman Sultani 1818'de Zanzibar'da Zencefil üretilmesi emrini vermiş, yüzyılın ortasına gelindiğinde dünyanın en büyük üreticisi Zanzibar'mış. Buna ek olarak yanında tarçın, vanilya, kırmızı biber ve kara biber türleri adanın tropik ortamında çok hızlı gelişmişler. Adanın diğer geleneksel ihraç ürünleri olan köle ve fildişi baharat yanında küçük kalmış. Zanzibar, 19 yüzyıl sonlarına doğru '"Baharat Adası" adıyla da anılmaya başlamış.

Zanzibar şehrinin hemen 15 dakika dışında 19 yüzyılda kurulan, baharat bahçeleri halen üretimde. Bahçelere tur ayarlayan yirmiden fazla firma var. Böyle olunca günlük tur fiyatları yemek dahil 8-10 dolar seviyesine düşmüş. Turlardan birine bende katılıyorum. Rehberimiz bahçede her bitkinin yanında duruyor. Önce bitkinin soyu sopunu iyice anlattıktan sonra esas zevkli kısma geliyor; rehber bitkiden/ağaçtan/yapraktan/yumrudan bir parça kopartıp bize ikram ediyor, tadına bakıyoruz. Bahçeyi dolaşmamız dört saati buluyor. İyice yoruluyoruz. Küçük bir çocuk gelip yemeğin hazır olduğunu haber veriyor. Bahçede çalışanlardan birinin evinde yer sofrasında bol baharatlı yemeklerle doyuyoruz. Öğle sıcağı biraz geçince hemen yakındaki kumsallardan birine gidiyoruz. Kartpostallardan çıkma uzun kumsalda sadece biz varız.

YUNUSLAR VE JOZANI ORMANI

Zanzibar, dalmak isteyenler için geniş imkanlar sağlayan bir yer. Adada dalış ayarlayan 4-5 profesyonel firma var. İsteyenler tüple dalış yapabiliyor, isteyen de şnorkel ile. Benim gibi dalmak istemeyen ve kumsalda yatarak vakit geçirmekten sıkılanlar için başka bir seçenek daha var; yunuslarla yüzmek.

Adanın güney ucundaki Kizimkazi balıkçı köyü iki nedenden dolayı iyi tanınıyor. Birincisi adadaki en eski caminin burada olması (12.yüzyıldan kalma), ikincisi ise kıyıya yakın yaşayan büyük bir şişe-burunlu yunus sürüsünün varlığı. Yunuslarla yüzmek isterseniz bir balıkçı teknesi kiralamanız gerekiyor. Yunuslar koyun herhangi bir yerinde olabiliyor, tekneyle yunusların yanına yaklaşma sansınız artıyor.

Kıyıda tezgahlardan şnorkel kiraladıktan sonra diğer sekiz kişiyle beraber tekneye biniyorum. Bizim teknenin ismi "Moby Duck", ilginç bir imla hatası mı, yoksa tekneye bunu mu uygun görmüşler? 15 dakika kadar koyun güneyine kadar yol alıyoruz. Yunuslar birden sağ yanımızda sudan sıçrayarak görkemli bir giriş yapıyorlar. 15-20 üyeli bir sürü. Kayıkçı, Swahilice bir şeyler söyleyip tekneyi durduruyor. Hopp.. sudayım. Yunuslar sanki bu anı beklermiş gibi yavaşlıyorlar. Teknenin yirmi metre kadar sağında daireler çiziyorlar. Hem su altında, hem su üstünde yaptıklarını görebiliyorum. Çok çevik ve zarif hareket ediyorlar. Yanlarına biraz daha yaklaşınca rahatsız oluyorlar. Biraz daha ileri yüzüyorlar ama teknenin yakınından ayrılmıyorlar. Onların yanına yüzmeye başlıyorum. Bu sırada arkamdan şaşkın bağrışmalar duyup donuyorum. Başka bir yunus sürüsü tekneyle benim aramdan sanki ağır çekimde geçiyor. Tekneden benden sonra inen birkaç kişi tam ortalarında. Şaşkınlık, sevinç, hayranlık içinde denizin bu güler yüzlü yaratıklarını seyrediyorum. Sonra her iki sürüde yanımızdan uzaklaşıp koyun başka bir yerine gidiyor. Bizde tekneye tırmanıp peşlerinden gidiyoruz. Yeni gittikleri yerde yine suya girip yanlarına gidiyorum. Kendimi ünlü birinin peşinde olan bir paparazziye benzetiyorum. Yunusların bu yaptığımızdan rahatsız olacaklarını düşünüyorum, ama bir yandan da anı olabildiğince uzatmayı istiyorum. Yunusların hiç zorlanmadan, hiç güç harcamadan hızlanmalarını, yön değiştirmelerini, zıplamalarını , dalmalarını seyrediyorum. Çivit mavi bir deniz, arkada tropik bir ada, uzun zamandır yapmayı istediğim bir şeyi yapıyorum. Yoksa buraya gelmeden önce gördüğüm reklam doğru mu? Hani su kapısında Cennet yazan bir binanın üzerine asılmış tabelada yazdığı gibi " Cennet taşındı, yeni mekanımız Zanzibar".

Kizimkazi'den dönüş yolunda Jozani Ormanı'na uğruyorum. Burası koruma altındaki Kırmızı Kolobus maymunlarıyla tanınıyor. Girişte küçük bir ücret karşılığı (sadece 2 dolar) rehber tutuyorum. Ormanın içinde iyi bakımlı patikalarda dolaşıyoruz, rehber bitkiler ve kuşlar ile ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Ama maymunlardan hiç iz yok. Rehbere sorunca gülüyor "koruma altında olduklarını bir turlu öğrenemediler gitti" diyor. Maymunlar koruma alanının hemen dışında yolun karsısında yaşıyorlar. Ormanı terk edip 150 metre kadar yürüyorum. Tam da öğle yemeğinin üzerine gelmişim anlaşılan. Ağaç dalları esneyen, uyuklayan, meraklı gözlerini açmakta zorluk çeken maymunlarla dolu. Sanki hepsi birer film yıldızı hiç naz yapmadan poz veriyorlar. Yeterince fotoğraf çekince güzellik uykularını bölmemek için bu sevimli film yıldızlarının yanından ayrılıyorum.

Akşamüstü Stone Town içinde son bir kez dolaşıyorum. Kıyıdaki lokantaların birinde baharatlı enfes bir balık yedikten sonra otelime yollanıyorum. Her güzel şeyin bir sonu var, tatilim de burada sona eriyor. Hoşçakal Zanzibar, ama merak etme , tekrar görüşeceğiz.

Sisteki Goriller: Ruanda

Sisteki Goriller: Ruanda (3)
Sağım solum volkan, gördüğüm her yer volkan: Ruanda-Uganda ve Kongo sınırlarının kesiştiği noktada, Virunga volkanik sıradağlarındayım.

Ruanda-Uganda sınırından önceki son şehir Ruhengeri'nin kalınabilir tek oteline az önce yerleştim. Sınıra yakın kurulu diğer yerleşim birimleri gibi burası da sınırdan yeni geçen yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş küçük bir yer. Asfalt kaplı olan tek yeri ana caddesi. Caddenin her iki yani da ufak dükkanlarla dolu, 10 metrekareyi ancak bulan dükkanlardan bahsediyorum. Yarın çıkacağımız gezi için konserve yiyecek arıyorum, hiçbir yerde yok. Sonra birisi kolumdan tutup şehrin en büyük bakkalına beni çekiştiriyor. Şehrin en büyük bakkalı yerel ekonominin bir aynası; dükkandaki bütün mal, sahibinin oturduğu genişçe masanın arkasındaki raflarda. Sokaktaki insanlar hareketsiz, gölgede oturup tembellik ediyorlar. Demin yağan yağmurdan olsa gerek hava yapış. Dükkanların hepsinin kapısı sonuna açık yoksa sıcakla başa çıkmak mümkün değil. İleride bir kalabalık görüp oraya yürüyorum, şehrin ana pazarı burası; bizlerin alışık olmadığı yerel yiyeceklerin yanında giyim kuşam da satılıyor. Hazır giyim eşyası olarak sadece tişörtler ve batili ülkelerden hibe gelen kullanılmış eşyalar var ( hibe edilen hersek bedavadan dağıtılmıyor). Kendinize başka bir giysi almak isterseniz diktirmeniz gerekiyor. Çarşının terziler sokağında yürüdüğünüzde sokağın her iki yanına dizili elliden fazla dikiş makinesinin sesi , "Mzungu, mzungu" (beyaz adam ya da büyücü anlamına gelen bir sözcük) nidalarıyla karışıyor. Size şaşkın bakan siyah, terli ve gülen yüzler beyaz dişlerinin tümünü birden gösterirken islerini durdurup bu garip beyaz adama bakıyorlar. Pazarı bir kez daha turlayıp peşime yeteri kadar çocuk taktıktan sonra ana caddeye çıkışım yine "mzungu" bağrışlarıyla karşılanıyor.

Ana caddede yürürken sağımda 3500 metrelik Gahinga, solumda 3700 metrelik Visoke ve 4500 metrelik Karisimbi dağlarının puslu tepeleri seçiliyor. Dağların bana bakan yüzleri Ruanda sınırlarında diğer yüzleri ise Kongo ve Uganda içinde. Bu volkanik sıradağlar içinde bulundukları ülkeler gibi genç ve huzursuzlar. En son 2002'de aktif hale geçerek dörtyüzbin kişinin bölgeden boşaltılmasına yolaçmışlar. Lavlar onikibin evi kullanılamayacak hale getirmiş.

Bu ufak şehire gelmemin sebebi dağ gorilleri. Nesli neredeyse tükenme noktasına gelen dağ gorilleri 1970'lerde Amerikalı Dian Fossey'in çabaları sonucu kurtarılmış. Fossey, 1967'de bilimsel bir gezi için geldiği Zaire'de gorilleri izlemeye başlamış, kısa bir sure sonra Ruanda'da Karisoke Goril Araştırma merkezini kurmuş ve tam 18 yıl, herkesten uzak, izole bir şekilde gorilleri incelemiş. Yaptığı çalışmaları Sisteki Goriller adlı bir kitapta toplamış (daha sonra filmi de yapıldı). Dian Fossey 1985 yılında kimliği bilinmeyen kişiler tarafından Virunga dağlarındaki kulübesinde öldürülmüş. Öldürenlerin hayvan kaçakçıları olduğu düşünülüyor, dava bugüne kadar çözülememiş. Dian Fossey, o güne kadar insanları yanlarına hiçbir şekilde yaklaştırmayan gorillerin davranışlarını inceleyip insana alışmalarını sağlamış.

Dağ gorillerinin sayıları bugün sadece 600 civarı. Bunların 300 kadarı Ruanda sınırları içinde yaşıyorlar. Goriller, maymunlardan sonra insana en yakın memeliler. Yaşam süreleri 40-50 sene kadar, erkekleri olgunluğa 16 yaşı civarında, dişileri ise 9 yaşından sonra varıyorlar. Erkek goriller 15-17 yaşına eriştiğinde sırtları beyazlıyor, bundan sonra gümüşsırt olarak adlandırılıyorlar. Sürülerin çoğunluğu bir gümüşsırt erkek ve birden fazla dişiden oluşuyor. Sürünün büyüklüğü genelde 5 ila 30 bireyle sınırlı . Az sayıda grupta ise birden fazla erkek bulunuyor, sürünün lideri yine en güçlü gümüşsırt oluyor. Dişi goriller 100 kilo kadarken gümüşsırt erkekler gerçekten büyükler;160 kilo ve üstü. Yiyecek olarak ot ve meyveleri tercih ediyorlar, nadir olarak böcek yedikleri de oluyor. Adlarından da anlaşılacağı üzere yüksek bölgelerde 2500-4000 metre arasında yaşıyorlar.

Ruanda Milli Parklar İdaresi her gün belli sayıda ziyaretçinin gorilleri ziyaret etmesine izin veriyor, sebebi de göründüğünden çok daha narin olan gorillerin insanlardan hastalık kapmamaları. Akşamdan Ruhengeri'deki Milli parklar ofisinden yürüyüşle ilgili bilgileri alıyorum ve sabahleyin gün doğmadan park merkezine yola çıkıyorum. Parkın merkezinde ondan fazla araç ve bunun iki katı sayıda görevli bizi karşılıyor. Görevliler üç goril grubunun izlenebilineceğini söyleyip bizi gruplara ayırıyorlar. Gruplar sekiz kişiyle sınırlı. Görevli bize en uzaktaki "Susa" goril grubunu izleyeceğimizi, gorilleri görmek için 2 ila 5 saat arası tırmanacağımızı bildiriyor. Gorilleri gördükten tam bir saat sonra inişe başlayacağımızı söylüyor. Yürüyüşe katılanlar ikişer ikişer dört çekerlere binip yola çıkıyorlar, yürüyüşçülerden biri olduğunu sandığım beyaz adam "benim arabam var, gelin ben sizi götüreyim " diyor. Arabaya binince tatlı bir sohbete başlıyoruz, aracın sahibi aslında dünyanın en dar pazarı olan mesleğine sahip : goril veterineri! Kendisi 4 seneden beri Ruanda'da gorillerin veterineri olarak çalışıyor, bütün grupları devamlı ziyaret ediyor. Bu işi neden seçtiğini soruyorum
- "Küçükken maymunları severdim, büyüyüp üniversiteye girme yaşına gelince, daha büyük şeyler yapayım dedim. Gorillere merak sardım, işte buradayım'
- "Hep burada mi kalacaksın?'
- " Amerika'da bu konuda iş bulabilme şansım kafama meteor düşmesi şansından daha az"
Gülüşüyoruz.

Arabalarla 2500 metreye kadar tırmandıktan sonra yol bitiyor. İnip yürümeye başlıyoruz. Köyün içinden geçerken çocuklar etrafımızı sarıp bize dokunmaya çalışıyorlar sonra da kaçışıyorlar. Ekilmemiş hemen bir adim yerin kalmadığı tarlaların arasından tek sıra halinde ormana ilerliyoruz. Ormanın sınırında bizi elleri AK-47 li askerler karşılıyor. Askerlerin esas görevi ülke için iyi bir gelir kaynağı olan gorilleri ve bizim gibi turistleri korumak. Komşu Kongo uzun yıllardan beri iç savaşta olduğundan sınıra yakın bölgeler pek tekin değil, bulunduğumuz bölgede de 3 sene önce bir turist grubu öldürüldüğü için işi sıkı tutuyorlar. Goril İzcisi (evet böyle bir meslek var), ormana dalmadan önce goril izleme kurallarını sıralıyor; gorillere 5 metreden fazla yaklaşmak yok (bu gorillerin insanlardan hastalık kapmasını engellemek için çünkü genlerimiz çok benzer), hızlı hareket etmek yok (yoksa heyecanlanıp saldırabiliyorlar), gorilleri parmak işaret etmek yok ( bu hareketi yine saldırı sanıyorlar), üzerimize bir goril gelirse gözüne doğrudan bakmak yok (çünkü meydan okuma sanıyorlar) , yavrularına yaklaşmak ve oynamak yok - onlar yaklaşınca geri çekilmek şart (anneleri rahatsız oluyor), yüksek sesle konuşmak yok.
Önümüzde Goril İzcisi sık bambu ormanına dalıyoruz. Ağaçlar o kadar yakın ki aralarından geçmemiz mümkün değil. Askerler gideceğimiz yolu ellerindeki büyük satır benzeri bıçaklarla bambuları keserek açıyorlar. Bazı yerlerden geçmek için sürünmemiz gerekiyor yada bambulara tırmanmamız. Yarım saat sonra üzerimdeki her şey toprak rengine dönüyor. Yerin eğimi dikleşiyor. Yürümek iyice zor hale geliyor. Buna birde ısırgan otları eklenince keyfimi sormayın gitsin. Isırgan otunun bu cinsi kot pantolon üzerinden de çok güzel bir şekilde etkisini yapabiliyor. Üzerime bulaşan topraktan tam seçilemeyen kollarımın bütün derisinin kabardığını hissediyorum. Bacaklarım ayni durumda. Ne kadar yolumuz olduğunu soruyorum, izci "belli olmaz yaklaşınca size söylerim" diyor. Tırmanmaya, sürünmeye, kaşınmaya, terlemeye devam.

Yürüyüşe başladıktan 3 saat sonra izci bize dönüp "yakındalar" diyor. Hepimiz heyecanlanıyoruz, adımlarımızı biraz daha hızlandırıyoruz. Bir saat kadar daha hızlı tempoda tırmanmaya devam, 3000 metreye çıkıyoruz. Artık iyice yorulmuşken ağaçların arasında karaltıları seçiyoruz. "Susa" grubunun 30 eski üyesi ve yeni doğmuş ikiz bebek goriller beslenmekle meşguller. İkiz bebek goriller doğada çok nadir yaşıyorlar. Bu yüzden veteriner onların üzerine titriyor ve her hafta gelip durumlarını kontrol ediyor.

Gorillerin yanında kaldığımız bir saat boyunca hayranlık, şaşkınlık karışımı duygularla bu büyük ama sakin yaratıkların kendi aralarında oynamalarını, alet kullanmalarını, çocuklarına bakmalarını ve birbirleriyle anlaşmak için yaptıkları işaretleşmeleri izliyoruz. O kadar çok yönden insana yakınlar ki gorillere hayvan kelimesi yakışmıyor, eğreti duruyor.

Süremizin dolduğunu izci herkese bildiriyor, hepimiz gözümüz arkada ağır ağır inmeye başlıyoruz. Geldiğimiz yoldan çok daha dik bir yamaçtan zaman kayarak 2 saatte araçlara geri dönüyoruz.

Akşamüstü otele vardığımda hemen o an uyuyabileceğimi düşünüyorum, ama yorgunluktan uyku tutmuyor. Ne yapalım bizde kitabı açar yarın ne yapacağımızı planlarız; Uganda iki adım ötede, vizeyi kapıda veriyor, sırt çantam yanımda, daha başka neye gerek var ki?

Ruanda Genel Durum


Ruanda ile ilgili yazıya kaldığım yerden devam ediyorum. Soykırımdan on sene sonra gezdiğim Ruanda güvenlik sorununu büyük ölçüde çözmüş durumda. Ama diğer alanlarda halen ayağa kalkmaya çalışıyor.

Soykırım sonucu azalan nüfus, geri gelen Tutsiler ve doğumlarla 1994 seviyesini yakalamış. Ülkede anasız-babasız kalmış çocuklara akrabaları sahip çıkmış. Fakat akrabaları da öldürülmüş olan büyük bir grup çocuk var.Devletin bunlara bakacak ne durumu ne de kurumu var. Ailesiz çocukları sekiz-on kişilik gruplar halinde evlere yerleştirip evin ihtiyaçlarını karşılamışlar. Bu şekilde ailenin reisinin de çocuk olduğu ailelerde tam yüzbin çocuk barınıyor.

Nüfus yoğunluğundan dolayı aile başına düşen toprak çok sınırlı. Çiftçiler sadece kendi boğazlarına yetebiliyorlar. Hemen herkes tarımla uğraşıyor. Buna rağmen ülke yiyeceklerinin yaklaşık %30'unu ithal etmek zorunda. Ruanda hükümetinin bütçesinin beşte üçünü aldığı hibe yardımlar oluşturuyor. Yani yardım almazsa iş görmesi olanaksız. Buna karşın hükümet Afrika'nın adam başına en fazla savunma yatırımı yapanlarından.

Ruanda, soykırım sırasında aktif olarak görev alan ve herhangi bir grubu soykırıma teşvik eden herkesi yargılayacağını ilan etmişti. Ama hangi yargıçla? Hangi mahkeme ile? Bunların hepsi soykırım sırasında yokolduğu için hızlı yargılama için iki ayrı hukuk sistemi getirilmiş; geleneksel ve çağdaş. Geleneksel sistem, köyün büyüklerinin suçluyu bütün köy sakinleri önünde yargılaması biçiminde. Bu sistem suçu az olanlar, örneğin sadece iki-üç kişiyi öldürmüş kişiler için geçerli. Bu mahkemenin sonuçları bağlayıcı. Çağdaş sistem, suçu daha ağır olanlara uygulanıyor. Yani soykırımda yönetici rolü oynamış olanlara. Bu durumda bildiğimiz mahkemelerde yargılama yapılıyor. Yargılamalar 1996'da başlamış ama şu anda bile yargılanma sırası bekleyen ikiyüzbin kişi var. Sıra bekleyenlerin hepsi hapishanede değil, bir kısmı köylerinde yaşamaya devam ediyor.

KİGALİ

Başkent Kigali 300 bin nüfuslu, tepeler üzerine kurulmuş, kasaba irisi bir yer. Şehir vadinin yakalarına kurulduğu için bir yere gitmek için ya iniyorsunuz ya çıkıyorsunuz. Böyle oluncaya haritada kısa görülen mesafelere gitmek uzun sürüyor. Yürümek istemiyorsak, ne yapacağız? Şehrin her tarafında sıklıkla geçen dolmuşlardan birine atlayabiliriz. Tabii 14 kişilik bir dolmuşta bunun iki katı yolcu olmasına ses çıkarmamanız gerekiyor. Ya da taksiyle. Taksiler genelde iyi işaretlenmiş değil ama beyaz renkli olmaları kural. Taksi durdurmak için her türlü beyaz arabaya el sallıyorsunuz, duranın resmi taksi olması şart değil. Taksi olmasalar bile küçük bir bedel karşılığı herkes sizi taşımaya razı.

Kigali'nin merkezinin hemen dışı gelişigüzel inşa edilmiş gecekondu mahalleri ile dolu. Buralarda elektrik su gibi hizmetler henüz yok. Kırsalda iş bulamayan yığınlar şehirde kısmetini aramaya başlamış. Sokakta yürürken birileri devamlı size birşeyler satmaya çalışıyor. Seyyar satıcıların çoğu postane civarında, çünkü en fazla yabancı buraya geliyor. Postane önündeki satıcılar seyyar kelimesinin hakkını tam veriyorlar, çoğunun bir tezgahı bile yok. Sattıkları bir iki parça mal ellerinde size koşturup hemen pazarlığa başlıyorlar;

- Çanta yirmi dolar
-Yok istemem
-On dolar da olur
-Lazım değil
-Bak bari beş ver
-Lazım değil dedim ya
-Tamam o zaman iki dolara vereyim.
--???

Döviz bürosundan çıkıp otele doğru yürümeye başladım. Çoğu zaman pek yapışkan olmayan satıcılar, döviz bürosundan yeni çıkan yabancının paralı olacağı düşüncesiyle üzerime üşüştü.

Hepsi ellerindeki gösterip diğerini bastırmaya ve satış yapmaya çalışıyor. Aralarından sıyrıldım tam caddeyi geçmiştim ki koşarak biri bana yetişti. Yetişti ama elinde satacak malı yoktu. Tam yabancıyı yakalamışken elinde mal olmamasından pek rahatsız değildi. Hemen gözündeki güneş gözlüğünü çıkarıp:

- Gözlük ister misin, iyi fiyat veririm.
- O senin değil mi?
- Yok satılık, ne kadar verirsin.
- Benim gözlüğüm var.
dedim ve yürüdüm ama o kısa bir koşudan sonra önüme geçip eline kemerine atıp hızla çekti, çıkardı. Adam kızdı galiba beni kemerle saldıracak derken, o;

- Dur, dur kemer lazım mi? Tamamen deri , iyi kalite.

Üzerinden çıkardığı her şeyi bana satmaya çalışan bu yapışkandan kurtulmaya çalışıyorum ama nafile, yetişiyor meret. Arkama dönüp şöyle bir baktım. Ne göreyim bir eliyle kemerini tutarken bir eliyle de pantolonunu tutuyor, orada biraz daha dursam bana donunu satmaya kalkacak.

- Don kalsın, ben gideyim.

dedim ve adam yok oluncaya kadar Ruanda gezimin en hızlı deparını attım. Siz siz olun cebinizde fazla para olduğunu anlayan seyyar satıcıların semtinden geçmeyin.

NYAMATA

Nyamata, Kigali'den 35 kilometre uzaklıkta küçük köy-şehir. Soykırım sırasında en fazla insanın öldürüldüğü yerlerden biri. Katliamın olduğu yerler aynen korunmuş, hiçbir şeye dokunulmamış. Bu nedenle Nyamata'yı görmek istedim. Kigali'de otogarına gidip orada etrafı bilir gibi duran birine Nyamata'ya nasıl gidebileceğimi sordum, anlamadı. Bir başkasına daha sordum, o da anlamadı. Bu şekilde etrafımda meraklı küçük bir kalabalık oluştu. Ama konuştukları ya Fransızca ya da Kinyarwandaca. Sonuçta anlaşamadık, biri beni kolumdan çekiştere çekiştere bir minibüse bindirdi. Nyamata zannedip sevindim, yolda parayi onumdeki yolcuya verip Nyamata deyince bu kez gardaki durum burada da tekrarlandı. Anlamadağım bir sürü şey söylendi, yolcular aralarında tartıştı. Sonuçta minibüs şehrin ikinci otogarının önünde durdu, şoför yine kolumdan çekip beni indirdi ve minibüsleri gösterdi.Neyse ki ikinci otogarda fazla uğraşmadan doğru minibüsü buldum. Minibüsler kapasitelerinin en az yarısı kadar fazla yolcu almadan kalkmıyorlar. Yerim kapılmasın diye minibüsten de inemedim. Aracın sıcak, nemli ve insan teriyle bezenmiş havasının zevkini uzun uzun çıkardım.

Şehri terk ettikten sonra 5-6 km kadar asfalt yoldan gittik, sonra araçtaki bayanlar hep beraber çantalarından başörtülerini çıkarıp başlarını sıkıca bağladılar. Bir anlam veremedim. Biraz sonra toprak yola sapıp, aracın içinde tozdan göz gözü görmez olunca nedenini anladım. Yol, geçen yağmur mevsiminde açılan derin oyuklarla dolu. Şoför, sanki çok acele işi varmış gibi bu berbat yolda iyice hızlandı. Yolda çukurlara girip çıktıkça aracın camları kendiliğinden açılmaya, önceden yapılan kaynak işleri yüksek, ince bir sesle gıcırdamaya başladı. Çukurlara girip çıkarken bir yandan da koltuğa yapışmak lazımmış. Bunu öğrenmem için kafamı iki kez tavana vurmam gerekti. Sonuçta 30 kilometreyi 1.5 saatte aldık. Minibüsten indiğimde tüm organlarımın yer değiştirdiğine yemin edebilirdim.

Minibüsten inince daha toparlanamadan boda-boda'lar etrafımı çevirdi. Boda-boda, burada bisiklet/motosiklet taksilere verilen isim. Fazla iş olmadığı için birbirlerinden müşteri kapmak için ölümüne yarışıyorlar. Hepsi bir ağızdan nereye gideceğimi sorup bir yandan da çekiştiriyorlar. Hemen birini seçmezsem parçam kalmayacak. Sürücüm 3-4 km ötedeki yer için ancak 30 cent istiyor. Gidiyoruz.

Nyamata'daki Katolik kilisesinde 1994 Mayıs'ında 1600 kişi öldürülmüş. Cesetler günlerce dokunulmadan kaldığı için çürümüşler. Bir kısmını köpekler yemiş (Bugün Ruanda'da köpek bulmak çok zor, çünkü halk ve özellikle ordu cesetleri temizlerken kızıp köpeklerin neslini kurutmuş). Dolayısıyla ölüleri tanımak olanaksız hale gelmiş. Onlarda bütün geri kalan kemikleri gelişigüzel karışık dizmişler. Kilisenin "mezarlık" kısmına arka bahçede bir merdivenle iniliyor. İçeride çok ağır bir koku var, çürük et kokuyor. Mezarlık raflardan oluşuyor, raflarda yüzlerce iskelet var. Kafataslarındaki kurşun delikleri, satır izleri hemen dikkatinizi çekiyor.

Kiliseden sonra şehre dönüp minibüsü beklemeye başlıyorum. Yanıma gelen birkaç Ruanda'lı ile biraz İngilizce biraz Tarzanca sohbet ediyoruz. Adamlardan biri Swahili (Sahilde konuşulan dil demek) konuşabiliyor.Swahilinin yarısı Arapça! Türkçe'de de hatırı sayılır oranda Arapça kelime olduğu için Swahili ile Türkçe'yi karşılaştırıyoruz. Aynı anlamdaki kelimeleri söyleyip eğleniyoruz. Nereden aklıma geldiyse adamlara doktor kelimesini anlatıyorum, anlamıyorlar. Türkçe, İngilizce, Swahilice doktor kelimesinin anlamını bilmiyorlar. Sonra onlara hasta olunca ne yaptıklarını soruyorum; bir sürü şey anlatıyorlar ama anlattıkları içinde doktora gitmek yok. Hayatlarında hiç doktora gitmemişler.

Nyamata'dan dönünce Kigali'nin soykırım müzesini geziyorum. 1994 olaylarını en ince ayrıntısına kadar anlatmışlar. Herşey iyi güzelde müzedeki bir odayı da Türklerin Ermenilere yaptığı soykırıma ayırmışlar. Keyfim kaçıyor. Otele dönüyorum. Bu akşam erken yatacağım, çünkü yarın Uganda sınırındaki Ruhengeri şehrine geçeceğim. Orada dünyada sadece 600 tane kalmış dağ gorillerini izleyeceğim. Ruhengeri ve gorilleri, Ruanda ile ilgili üçüncü ve son yazımda anlatacağım.

Ruanda: Yüz Günde Bir Milyon Kişinin Öldürüldüğü Ülke


Orta Afrika'nın küçük ülkesi Ruanda, 94 yılında dünya gündemine soykırım ve sonrasında göç, açlık, hastalık görüntüleri ile oturmuştu.

Sorunları kendisini kat be kat aşan bu ülkeyi ziyaret fırsatı buldum. Sizlere bu gezimi üç yazılık bir dizide anlatacağım.

Ruanda, Orta Afrika'da etrafı tamamen karayla ve sorunlu komşularla (Kongo, Uganda, Burundi ve Tanzanya) çevrili coğrafi olarak farklı özellikleri dar bir alana sığdırmış bir ülke; volkanik dağlar, göller, yağmur ormanları, geniş düzlükler, bataklıklar. Endüstriyel üretim neredeyse yok gibi bir şey, en büyük işveren tarım kesimi. Tarım da üretim daha çok kendi yetiştirdiğini yemekle sınırlı. Bunun dışında para kazandıkları ana ihraç ürünleri çay ve kahve. Ruanda şehirleri altyapı olarak son derece geri; su ve elektrik binaların çoğunda yok, kırsal alanda ise parmakla gösterilecek kadar az. Yapılaşma, bizdeki gecekondularla bile kıyaslanamayacak kadar düzensiz ve düşük kaliteli. Şehirlerdeki güzel denebilecek binalar genelde yardım kuruluşlarına ya da orduya ait -ki paranın nerede olduğunun en güzel göstergesi-. Şehirlerin dışına çıktığınızda üç şey sizi hemen çarpıyor; yeşillik, insan kalabalığı ve fakirlik. Ülke, Orta Afrika'da olduğu için bol yağış alıyor ve yüzde doksanı yeşil (tarım alanı ve ormanlık arazi). Ruanda, yüzölçümü olarak Türkiye'nin yaklaşık otuzda biri; nüfusu ise sekiz milyon civarında. Her an kendinizi bayram öncesi pazarda zannettirecek kadar kalabalık. Soykırım sonrası ülkede zaten kötü olan ekonomi iyice göçmüş, insanların yüzde altmışı fakirlik sınırının altında. Soykırımdan sonra bu ülke nasıl kendine gelsin ki? 94'teki soykırımda tam 1 milyon kişi 100 gün gibi kısa bir zamanda öldürülmüş. Soykırımdan dolayı, ülkenin eğitimli tabakası ya ölmüş ya da katil olmuş ve hapishanede. Bugün Ruanda'da ortalama yaşam süresi sadece 39! Bizim orta yaşlar dediğimiz yıllar bir Ruanda'lı için hayatının son yılları.

Ülke, 1890'a kadar resmi olarak Mwami (kral) tarafından yönetiliyor ve ülkede üç kabile var; Hutu'lar %90, Tutsi'ler %9 ve Pigme'ler %1. Mwami, 1890'da Alman idaresini herhangi bir direniş göstermeden kabul ediyor. Almanlar 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermiyorlar, ülkeyi Tutsi asilli Mwami'ler yönetmeye devam ediyor; Almanlar hemen hiçbir işe karışmıyorlar. Bu durum Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam ediyor. Almanlar yenilince, Belçikalılar yönetimi ele alıyor ve ülkenin yapısıyla oynamaya başlıyorlar. Almanların tersine Belçikalılar ülke işlerine karışıp, her sene belli bir kar elde edilmesi gerektiği kuralını getiriyorlar. Kahve bahçelerinde çalışmayı zorunlu hale getirip, çalışmayanlara kırbaçlama cezası uyguluyorlar. Halkı daha kolay yönetmek için, diğer koloni yönetimlerinin çok sık başvurduğu bir yönteme başvuruyorlar, "böl ve yönet" . Daha önce hangi kabileden olduğunu bile bilmeden barış içinde yaşayan halkı bölmeye başlıyorlar, herkese kabilesine göre kimlik kartı veriliyor. İnsanların hangi kabileden olduğuna karar vermek için iki yöntem var. Ya yüz şekillerine bakılıyor; Tutsi'ler bir inanışa göre bugünkü Etiyopya'da yaşamış olan Nuh'un oğlunun sülalesinden gelmeler ve ince yüz hatları ile ayrılıyorlar. Ya da kaç inekleri olduğu sayılıyor! On'dan fazla ineği olanlar Tutsi, on'dan az ineği olanlar Hutu sayılıyor. Nuh'un oğlunun sülalesinden olan Tutsi'ler, üstün ırk oldukları gerekçesiyle yönetime getiriliyor, Hutu'lara her türlü devlet işi ve yüksek öğrenim kapanıyor. Belçikalılar ülkeyi Tutsi'ler aracılığıyla yönetmeye başlıyor. İkinci Dünya savaşı sonrasında, Afrika'lı toplumlarda gelişen özgürlükçü akımlardan korkan Belçika, 1950'li yıllarda bu kez rota değiştirip Hutu'ları desteklemeye başlıyor. 1959'da Belçika desteği ve silahları ile ayaklanan Hutu'lar yirmibin ila yüzbin kadar Tutsi'yi katlediyor. Yüzaltmışbin kadar Tutsi soykırımdan kaçarak komşu Uganda ve Tanzanya'daki kamplarda yaşamaya başlıyor. Ruanda, 1962 yılında bağımsızlığını ilan ediyor; seçimle iş başına gelen Hutu kökenli hükümetin ilk işi eskiden gelen hınçla Tutsi'lerin haklarını her alanda budamak oluyor. Devlet kadrolarında ve okullarda Tutsi'lere nüfustaki oranları olan %9'luk bir üst limit tanınıyor, sayılarının üst limiti geçmesine izin verilmiyor. Hükümet Tutsi'leri "Karafatma" olarak adlandırmaya başlıyor ve düzenli olarak her alanda rahatsız ediyor; hatta Tutsi öldüren Hutu'lar mahkeme olmadan serbest bile bırakılıyor. Bu baskıcı yöntemler sonucu daha da çok Tutsi sürgüne gidip mülteci olarak yaşamaya başlıyor.

Sürgüne kaçan Tutsi'ler 80'lerin sonunda beşyüzbin kişiyi geçiyor, iyi eğitimli olan bu kişiler Uganda ve Tanzanya'da önemli ordu ve devlet pozisyonlarına geliyorlar. Sürgündeki Tutsi'ler "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) ni kurup, ülkelerine dönebilmek için mücadeleye başlıyorlar. Yurda dönme girişimleri Ruanda hükümetince kulak ardı edilen RYB üyeleri, 1 Ocak 1990'da Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başlıyorlar. İç savaş, 1992 Ağustosu'nda imzalanan ateşkesle sona eriyor; bundan sonra soruna siyasi olarak çözüm bulma girişimleri başlıyor, ama... Çözüm bulma girişimleri sırasında aşırı milliyetçi Hutular, Tutsi sorununu "kökünden" çözmek için "Interahamwe" adı verilen yarı askeri yerel üniteler kurmaya başlıyorlar. Interahamwe, Ruanda'nın en ücra köşesinde bile örgütleniyor. Örgüt üyeleri bölgelerinde oturan Tutsi'leri ve çözümden yana ılımlı Hutu'ları teker teker fişlemeye başlıyor. Interahamwe, gençlerin aktif katılımını teşvik ediyor ve silahlandırıyor. Ekonomik durumu Ruanda kadar kötü olan bir ülkede silahlandırma deyince aklınıza hemen tüfek gelmesin; Çin'den ithal ettikleri yüz binlerce satırı kendi yandaşlarına "ileride böcekleri temizlemekte kullanılmak" üzere veriyorlar, satır veremedikleri kimselere ise ucu çivili tahta sopalar veriyorlar. Hükümet durumu görmesine rağmen müdahale etmiyor, destekliyor.

5 Nisan 1994 gecesi Hutuların yönetimindeki devlet radyosu "yarın bir şey olacak ve çok şey değişecek, bekleyin" anonsu yapıyor. 6 Nisan 1994 günü Hutu kabilesinden olan devlet başkanının uçağı başkent Kigali'ye inerken düşürülüyor. Bu olaydan bir saat sonra Interahamwe yollara barikatlar kurmaya başlıyor ve aynı zamanda ellerindeki listelere bakarak ilk önce ılımlı Hutuları ve eğitimli Tutsileri öldürmeye başlıyor. Bu sırada ülkede barışı korumak için bulunan beşbin kadar Birleşmiş Milletler askerinin komutanı gizli bir yazıyla o zamanki sorumlu Kofi Annan'a "soykırım başladı, durdurabiliriz, ne zaman müdahaleye başlayayım?" sorusunu yöneltiyor. Kofi Annan, Somali'de yardim görevi sırasında ölen askerlerinin henüz taze hatırasından ötürü Afrika'ya hiç bulaşmak istemeyen Amerikan yönetiminin baskısıyla, komutana " size saldırılmadıkça hareket etmeyin" emri veriyor. Komutan, ısrarla soykırım yaşandığını ve müdahale edilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu sırada 10 BM askeri Hutularca öldürülüyor ve BM Ruanda'daki sorunu çözmek yerine ülkeden çekilmeye karar veriyor. Soykırım BM çekildiği andan itibaren hız kazanıyor, dünyanın kendi haline bıraktığı Ruanda'da Hutular ellerine geçirdikleri her aletle (satır, taş, sopa, bıçak, balta) Tutsilere saldırıyor. Saldırdıkları insanlar daha düne kadar yan yana yaşadıkları komşuları, arkadaşları. Devlet radyosu sürekli olarak "böcekleri öldürün" anonsu yapıyor. Ölüler caddelerde üst üste yığılmaya başlıyor, parası olan Tutsiler, Hutulara kurşun parası ödeyerek kolay ölümü seçiyorlar, parası olmayanlar en acı verecek şekilde öldürülüyor. Öldürmekten yorulan Hutular, mola verdiklerinde Tutsilerin aşil tendonunu kesip kaçmalarını engelliyor ve biraz dinlenince öldürmeye kaldıkları yerden başlıyorlar. Bu toplumsal cinnet o kadar ileri ki; kiliseye sığınan Tutsileri, rahipler; hastanedeki hastaları, doktorlar; katillerine teslim ediyor. Dünya bu sırada olanlara seyirci kalıyor; 1948'de imzalanan bir anlaşmaya göre soykırım görülen her bölgeye müdahale etmeye söz vermiş Amerika ve Fransa gibi devletler, sorumluluktan kaçmak için BM'de soykırım sözünün kullanılmasını engelliyorlar. Ölü sayısı bu şekilde tam altı yüzbine çıkıyor. Ruanda Yurtseverler Birliği (RYB), soykırımı engellemek için Hutu'larla savaşmaya başlıyor. Ülkenin doğusundan ilerleyen RYB bölgelerde soykırımcı Hutuları önüne katarak Kigali'ye giriyor, beklenenlerin tersine soykırıma bulaşmamış Hutu'lara dokunmuyor. O zamana kadar soykırımı durdurmak için parmağını oynatmayan Fransa, "Ruanda'da soykırım var ve durdurmak için müdahale edeceğiz" diyor ve ülkenin tanınmış hükümeti olduğu için soykırımcı Hutu'lara silah yardımı yapmaya başlıyor. Yanlış tarafa, yanlış amaçlarla yardım yağıyor. Bununla yetinmeyen Fransa, askerlerini Ruanda'ya indirip Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçiriyor, bölgeye Turkuvaz ismini veriyor. Fransa, Turkuvaz'a RYB'nin girmesine izin vermiyor, ama bölgenin içinde soykırımı da durduramıyor. Ölü sayısı daha da tırmanıyor, soykırımcılar Fransa'nın koruması altında Hutu katletmeye devam ediyor. RYB kontrolü eline alıp Ruanda sınırları içinde soykırımı sona erdirdiğinde tablo korkunç; 100 günde tam bir milyon Tutsi katledilmiş. İki milyon Hutu, Tutsilerin öç almasından korkarak komşu ülkelere kaçmış.Ülkede sağlam hiçbir altyapı, devlet binası yada araç kalmayacak şekilde her şey yağma edilmiş durumda. Ekili alan ve besi hayvanı kalmamış. Ve en kötüsü insanlar korku içinde komşularına güvenmiyor, çünkü soykırımı yapanlar yine onlara komşu.

Peki Ruanda bugünlerde nasıl?

Ruanda'ya soykırımdan 10 yıl sonra yaptığım gezide aldığım notları aktarmayı gelecek yazıya bırakıyorum.

Ruanda: Yüz Günde Bir Milyon Kişinin Öldürüldüğü Ülke:


Orta Afrika'nın küçük ülkesi Ruanda, 94 yılında dünya gündemine soykırım ve sonrasında göç, açlık, hastalık görüntüleri ile oturmuştu.

Sorunları kendisini kat be kat aşan bu ülkeyi ziyaret fırsatı buldum. Sizlere bu gezimi üç yazılık bir dizide anlatacağım.

Ruanda, Orta Afrika'da etrafı tamamen karayla ve sorunlu komşularla (Kongo, Uganda, Burundi ve Tanzanya) çevrili coğrafi olarak farklı özellikleri dar bir alana sığdırmış bir ülke; volkanik dağlar, göller, yağmur ormanları, geniş düzlükler, bataklıklar. Endüstriyel üretim neredeyse yok gibi bir şey, en büyük işveren tarım kesimi. Tarım da üretim daha çok kendi yetiştirdiğini yemekle sınırlı. Bunun dışında para kazandıkları ana ihraç ürünleri çay ve kahve. Ruanda şehirleri altyapı olarak son derece geri; su ve elektrik binaların çoğunda yok, kırsal alanda ise parmakla gösterilecek kadar az. Yapılaşma, bizdeki gecekondularla bile kıyaslanamayacak kadar düzensiz ve düşük kaliteli. Şehirlerdeki güzel denebilecek binalar genelde yardım kuruluşlarına ya da orduya ait -ki paranın nerede olduğunun en güzel göstergesi-. Şehirlerin dışına çıktığınızda üç şey sizi hemen çarpıyor; yeşillik, insan kalabalığı ve fakirlik. Ülke, Orta Afrika'da olduğu için bol yağış alıyor ve yüzde doksanı yeşil (tarım alanı ve ormanlık arazi). Ruanda, yüzölçümü olarak Türkiye'nin yaklaşık otuzda biri; nüfusu ise sekiz milyon civarında. Her an kendinizi bayram öncesi pazarda zannettirecek kadar kalabalık. Soykırım sonrası ülkede zaten kötü olan ekonomi iyice göçmüş, insanların yüzde altmışı fakirlik sınırının altında. Soykırımdan sonra bu ülke nasıl kendine gelsin ki? 94'teki soykırımda tam 1 milyon kişi 100 gün gibi kısa bir zamanda öldürülmüş. Soykırımdan dolayı, ülkenin eğitimli tabakası ya ölmüş ya da katil olmuş ve hapishanede. Bugün Ruanda'da ortalama yaşam süresi sadece 39! Bizim orta yaşlar dediğimiz yıllar bir Ruanda'lı için hayatının son yılları.

Ülke, 1890'a kadar resmi olarak Mwami (kral) tarafından yönetiliyor ve ülkede üç kabile var; Hutu'lar %90, Tutsi'ler %9 ve Pigme'ler %1. Mwami, 1890'da Alman idaresini herhangi bir direniş göstermeden kabul ediyor. Almanlar 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermiyorlar, ülkeyi Tutsi asilli Mwami'ler yönetmeye devam ediyor; Almanlar hemen hiçbir işe karışmıyorlar. Bu durum Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam ediyor. Almanlar yenilince, Belçikalılar yönetimi ele alıyor ve ülkenin yapısıyla oynamaya başlıyorlar. Almanların tersine Belçikalılar ülke işlerine karışıp, her sene belli bir kar elde edilmesi gerektiği kuralını getiriyorlar. Kahve bahçelerinde çalışmayı zorunlu hale getirip, çalışmayanlara kırbaçlama cezası uyguluyorlar. Halkı daha kolay yönetmek için, diğer koloni yönetimlerinin çok sık başvurduğu bir yönteme başvuruyorlar, "böl ve yönet" . Daha önce hangi kabileden olduğunu bile bilmeden barış içinde yaşayan halkı bölmeye başlıyorlar, herkese kabilesine göre kimlik kartı veriliyor. İnsanların hangi kabileden olduğuna karar vermek için iki yöntem var. Ya yüz şekillerine bakılıyor; Tutsi'ler bir inanışa göre bugünkü Etiyopya'da yaşamış olan Nuh'un oğlunun sülalesinden gelmeler ve ince yüz hatları ile ayrılıyorlar. Ya da kaç inekleri olduğu sayılıyor! On'dan fazla ineği olanlar Tutsi, on'dan az ineği olanlar Hutu sayılıyor. Nuh'un oğlunun sülalesinden olan Tutsi'ler, üstün ırk oldukları gerekçesiyle yönetime getiriliyor, Hutu'lara her türlü devlet işi ve yüksek öğrenim kapanıyor. Belçikalılar ülkeyi Tutsi'ler aracılığıyla yönetmeye başlıyor. İkinci Dünya savaşı sonrasında, Afrika'lı toplumlarda gelişen özgürlükçü akımlardan korkan Belçika, 1950'li yıllarda bu kez rota değiştirip Hutu'ları desteklemeye başlıyor. 1959'da Belçika desteği ve silahları ile ayaklanan Hutu'lar yirmibin ila yüzbin kadar Tutsi'yi katlediyor. Yüzaltmışbin kadar Tutsi soykırımdan kaçarak komşu Uganda ve Tanzanya'daki kamplarda yaşamaya başlıyor. Ruanda, 1962 yılında bağımsızlığını ilan ediyor; seçimle iş başına gelen Hutu kökenli hükümetin ilk işi eskiden gelen hınçla Tutsi'lerin haklarını her alanda budamak oluyor. Devlet kadrolarında ve okullarda Tutsi'lere nüfustaki oranları olan %9'luk bir üst limit tanınıyor, sayılarının üst limiti geçmesine izin verilmiyor. Hükümet Tutsi'leri "Karafatma" olarak adlandırmaya başlıyor ve düzenli olarak her alanda rahatsız ediyor; hatta Tutsi öldüren Hutu'lar mahkeme olmadan serbest bile bırakılıyor. Bu baskıcı yöntemler sonucu daha da çok Tutsi sürgüne gidip mülteci olarak yaşamaya başlıyor.

Sürgüne kaçan Tutsi'ler 80'lerin sonunda beşyüzbin kişiyi geçiyor, iyi eğitimli olan bu kişiler Uganda ve Tanzanya'da önemli ordu ve devlet pozisyonlarına geliyorlar. Sürgündeki Tutsi'ler "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) ni kurup, ülkelerine dönebilmek için mücadeleye başlıyorlar. Yurda dönme girişimleri Ruanda hükümetince kulak ardı edilen RYB üyeleri, 1 Ocak 1990'da Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başlıyorlar. İç savaş, 1992 Ağustosu'nda imzalanan ateşkesle sona eriyor; bundan sonra soruna siyasi olarak çözüm bulma girişimleri başlıyor, ama... Çözüm bulma girişimleri sırasında aşırı milliyetçi Hutular, Tutsi sorununu "kökünden" çözmek için "Interahamwe" adı verilen yarı askeri yerel üniteler kurmaya başlıyorlar. Interahamwe, Ruanda'nın en ücra köşesinde bile örgütleniyor. Örgüt üyeleri bölgelerinde oturan Tutsi'leri ve çözümden yana ılımlı Hutu'ları teker teker fişlemeye başlıyor. Interahamwe, gençlerin aktif katılımını teşvik ediyor ve silahlandırıyor. Ekonomik durumu Ruanda kadar kötü olan bir ülkede silahlandırma deyince aklınıza hemen tüfek gelmesin; Çin'den ithal ettikleri yüz binlerce satırı kendi yandaşlarına "ileride böcekleri temizlemekte kullanılmak" üzere veriyorlar, satır veremedikleri kimselere ise ucu çivili tahta sopalar veriyorlar. Hükümet durumu görmesine rağmen müdahale etmiyor, destekliyor.

5 Nisan 1994 gecesi Hutuların yönetimindeki devlet radyosu "yarın bir şey olacak ve çok şey değişecek, bekleyin" anonsu yapıyor. 6 Nisan 1994 günü Hutu kabilesinden olan devlet başkanının uçağı başkent Kigali'ye inerken düşürülüyor. Bu olaydan bir saat sonra Interahamwe yollara barikatlar kurmaya başlıyor ve aynı zamanda ellerindeki listelere bakarak ilk önce ılımlı Hutuları ve eğitimli Tutsileri öldürmeye başlıyor. Bu sırada ülkede barışı korumak için bulunan beşbin kadar Birleşmiş Milletler askerinin komutanı gizli bir yazıyla o zamanki sorumlu Kofi Annan'a "soykırım başladı, durdurabiliriz, ne zaman müdahaleye başlayayım?" sorusunu yöneltiyor. Kofi Annan, Somali'de yardim görevi sırasında ölen askerlerinin henüz taze hatırasından ötürü Afrika'ya hiç bulaşmak istemeyen Amerikan yönetiminin baskısıyla, komutana " size saldırılmadıkça hareket etmeyin" emri veriyor. Komutan, ısrarla soykırım yaşandığını ve müdahale edilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu sırada 10 BM askeri Hutularca öldürülüyor ve BM Ruanda'daki sorunu çözmek yerine ülkeden çekilmeye karar veriyor. Soykırım BM çekildiği andan itibaren hız kazanıyor, dünyanın kendi haline bıraktığı Ruanda'da Hutular ellerine geçirdikleri her aletle (satır, taş, sopa, bıçak, balta) Tutsilere saldırıyor. Saldırdıkları insanlar daha düne kadar yan yana yaşadıkları komşuları, arkadaşları. Devlet radyosu sürekli olarak "böcekleri öldürün" anonsu yapıyor. Ölüler caddelerde üst üste yığılmaya başlıyor, parası olan Tutsiler, Hutulara kurşun parası ödeyerek kolay ölümü seçiyorlar, parası olmayanlar en acı verecek şekilde öldürülüyor. Öldürmekten yorulan Hutular, mola verdiklerinde Tutsilerin aşil tendonunu kesip kaçmalarını engelliyor ve biraz dinlenince öldürmeye kaldıkları yerden başlıyorlar. Bu toplumsal cinnet o kadar ileri ki; kiliseye sığınan Tutsileri, rahipler; hastanedeki hastaları, doktorlar; katillerine teslim ediyor. Dünya bu sırada olanlara seyirci kalıyor; 1948'de imzalanan bir anlaşmaya göre soykırım görülen her bölgeye müdahale etmeye söz vermiş Amerika ve Fransa gibi devletler, sorumluluktan kaçmak için BM'de soykırım sözünün kullanılmasını engelliyorlar. Ölü sayısı bu şekilde tam altı yüzbine çıkıyor. Ruanda Yurtseverler Birliği (RYB), soykırımı engellemek için Hutu'larla savaşmaya başlıyor. Ülkenin doğusundan ilerleyen RYB bölgelerde soykırımcı Hutuları önüne katarak Kigali'ye giriyor, beklenenlerin tersine soykırıma bulaşmamış Hutu'lara dokunmuyor. O zamana kadar soykırımı durdurmak için parmağını oynatmayan Fransa, "Ruanda'da soykırım var ve durdurmak için müdahale edeceğiz" diyor ve ülkenin tanınmış hükümeti olduğu için soykırımcı Hutu'lara silah yardımı yapmaya başlıyor. Yanlış tarafa, yanlış amaçlarla yardım yağıyor. Bununla yetinmeyen Fransa, askerlerini Ruanda'ya indirip Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçiriyor, bölgeye Turkuvaz ismini veriyor. Fransa, Turkuvaz'a RYB'nin girmesine izin vermiyor, ama bölgenin içinde soykırımı da durduramıyor. Ölü sayısı daha da tırmanıyor, soykırımcılar Fransa'nın koruması altında Hutu katletmeye devam ediyor. RYB kontrolü eline alıp Ruanda sınırları içinde soykırımı sona erdirdiğinde tablo korkunç; 100 günde tam bir milyon Tutsi katledilmiş. İki milyon Hutu, Tutsilerin öç almasından korkarak komşu ülkelere kaçmış.Ülkede sağlam hiçbir altyapı, devlet binası yada araç kalmayacak şekilde her şey yağma edilmiş durumda. Ekili alan ve besi hayvanı kalmamış. Ve en kötüsü insanlar korku içinde komşularına güvenmiyor, çünkü soykırımı yapanlar yine onlara komşu.

Peki Ruanda bugünlerde nasıl?

Ruanda'ya soykırımdan 10 yıl sonra yaptığım gezide aldığım notları aktarmayı gelecek yazıya bırakıyorum.

Gana'da Yesillenen Findik Dallari

Saat sabah dört.
Yapış yapış sıcak.
Bavulu çekiştirerek yavaşça yürüyorum. Yağmur yağdı yağacak, nefes almak bile epey güç istiyor....

O da şimdi bende yok. Şu anda yatakta olmayı ne kadar çok isterdim.
Havuzun yanından geçiyorum gözüm yanıyor. Klordan mı? Yoksa şu hafif bir duman tabakasından mı? Otelin yanındaki teneke bozma evler mahallesinde yemek pişirmek için kullanıyorlar odunları.
Beni almaya gelen arabaya biniyorum, koltuğa başımı dayıyorum. Uyumak niyetindeyim. O anda kafamda hafiften bir şarkı başlıyor " amanın yeşillendi fındık dalları....".
Yollardaki çukurlar yüzünden araba hopluyor, savruluyor.Uyku yok bize... Dışarıyı seyrediyorum.
Nijerya, Lagos.

Bu saatte o da aynen benim gibi daha kendinde değil. Yollar açık, ekzos tabakası şehri kaplamamış, sıkışık trafikte mal satan binlerce yüz yollarda değil, yol kenarında insan selleri henüz yok, şehir tehlikeli bile gözükmüyor. Lagos, derin uyuyan bir kabadayı gibi. Şimdi masum ama birazdan kalkınca etrafı birbirine katacak.

Biletimde Johannesburg-Lagos-Akra-Lagos-Nairobi-Asmara-Nairobi-Johannesburg yazıyor ve bu günün tarihine göre Gana’nın başkenti Akra'ya gidiyor olmalıyım... Herhalde...

Son sekiz ayda yüzseksenbin mil uçtum... İş..Hız.. Koştur...Bitir...Eksik...Tamamla... Hız... Hız..

Bu aralar şehirler bile karışmaya başladı. Otel odaları ruhsuz ve birbirinin ayni... Duvarda kötü bir tablo, şekilsiz bir masa, 4-5 dilde televizyon kanalları, illa da yatağın altına sıkıştırılan ve bu haliyle beni sinir eden battaniyeler...Bu iş gezileri teflon tava gibi, geriye iz bırakan bir şey kalmıyor. 15 günde 6 şehir. Ya da 6 otel odası mi demeli? İş dışında yapacak bir şey kalmıyor, nerede olduğunun önemi de kalmıyor.

Saat dokuzda uçağım Akra'ya alçalmaya başlıyor. ."...zaten hep yeşildi fındık dalları..".

Şirketin şoförü, havalananda beni karşılıyor. Doğruca toplantıya gidiyoruz. "Büyük adam"’ın işi çıkmış, yok. Yerine gelenin karar verme yetkisi yok, toplantı çabuk bitiyor, yarın devam edeceğiz. Müşteri çalışanlarından birinin gönüllü rehberliğinde şehir turuna çıkıyoruz.

Afrika'dan tipik görüntüler; trafik sıkışıklığı, dilenenler, yol kenarındaki açık hava lokantaları, motosikletler, Harmatan fırtınasının etkisiyle renk değiştirmiş kirli binalar, yol kenarında tamirciler... Türkiye’de beyaz eşya kampanyalarında toplanan eski buzdolabı ve TV lere ne olduğunu merak ettiniz mi? Ben söyleyeyim, eski Vestel'ler Gana'ya... Bir sokak boyunca eski Vestel satan ikinci el eşya satıcıları...

Rehberimin bana bir sürprizi var, " gel bu dükkana girelim, şaşıracaksın". Dükkan sahibi beyaz biri; Abdülrahman, kısaca Abdül. Abdül çatır çatır Türkçe konuşuyor. Abdül'ün büyük dedesi Hataylı imiş, 1900 başlarında Lübnan’a göç etmiş. Lübnan iç savaşında, 1970'lerde, Abdül'ün babası ve annesi Gana'ya gelmişler. Evde halen Türkçe konuşurlarmış. Niye o da bilmiyor, konuşuyor işte. Halen hem Lübnan’da hem Türkiye’de akrabaları varmış. Peki sana göre vatanın neresi diyorum, "vatan doyduğun yerdir, burası" diyor.

Akşama kadar Makola pazarında biraz dolanıyoruz. Kapanmadan az önce balık pazarına da uğruyoruz biraz, rehberim evine balık alıyor.

Sonra. Otelde odamdayım. Uykum var, saat erken. Beynim uyuşmuş durumda, oto pilot devrede.

Asmara'daki toplantı için hazırladığım sunumu açıyorum. Her şey acele, her şey geç, her şeyi hızlandırmak lazım. Hız hız hız...Bazen kendi hızıma yetişemediğimi düşünüyorum. Sıkıldım. Bilgisayarı kapıyorum.

Yapacak bir şey yok, bari yemek işini halledeyim. Otel lokantasında yemek ısmarlayıp sonra beklemek gözümde büyüyor, odaya ısmarlıyorum...Yalnız olduğum bu şehirde, cidden yalnız kalmaya ihtiyacım var... " zaten hep yeşildi, fındık...". Üff, kesilmedi gitti bu sabahtan beri.

Dışarıda çılgın bir yağmur başlıyor. Bir kez daha oda servisini arıyorum, siparişe bir ekleme yapacağım; "bir şişe de şarap lütfen". Uykuya dalarken duvardaki tabloya bakıyorum, Lagostaki ile ayni değil mi bu?. Hey neyse…

Sabah müşterinin merkezinde toplantı var. "Büyük adam" gelmiş. Zaten bildiğim bir sorunu uzata uzata anlatıyor, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Esnememem lazım, esnememem lazım... " zaten hep yeşildi, fındık...".Yaa çık kafamdan...

Bir şekilde müşteri ile anlaşıyoruz. Toplantı bitiyor. Şimdi en istemediğim şey, "büyük adam"ın nutuklarını dinlemeye devam etmek. Akşam yemeğine davet ediyor, " tabi geleceğim, elbette memnun olurum" diyorum.

Akşam yemeğinden sonra doğrudan havaalanına gidiyorum. Bilet, check-in, kuyruk, pasaport,uçak, gecikme...İyice yorulmuş bir şekilde havalandırmaya yakın koltuğa çöküyorum. " amanın yeşillendi..". Çıldırıcam amma da ısrarlı bir türlü aklımdan çıkmıyor.

Bu şarkıyı lisedeyken sınıfça söylediğimiz aklıma geliyor; bağıra çağıra , eğlenerek, gülerek...Devamlı aynı nakaratı tekrarlayarak çevremizi bezdirirdik. Kimler vardı sınıfta? Teker teker yüzleri gözümün önünden geçiyor, kiminin adını hatırlayamıyorum. Yüzler çok canlı... Sonra diyorum, bizim …… amma da bağırıp söylerdi bu kafamdan çıkmayan şarkıyı. Napıyor şimdi acaba? Elim telefona gidiyor, şimdi okyanusun diğer kıyısında yaşayan 25 senelik eski dostu arıyorum.

" Hello?" diyor karşıdaki.
" ...., babalar naber?"
Uzun suredir görmediğim karşıdaki ses sanki dün konuşmuşuz gibi kesintisiz devam ediyor " Vayy, hocam , iyi diyelim...."

Uzunca bir süre konuşuyoruz. Hayat bildiğim gibiymiş, yapacak çok iş varmış, belki de boş vermek lazımmış. Son zamanlarda yediğimiz haltları birbirimize anlatıp gülmekten kopuyoruz. "Tamam, bir ara görüşürüz" , kapatıyoruz. Kafamdaki şarki bıçakla kesilmiş gibi, yok, yok. Ohh, sonunda... İki gün benimle seyahat eden fındık dallarını Gana'da bırakıyorum. Uçakta iyi bir uyku çekmek farz artık.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...