Ngorongoro Krateri (2): Tanzanya

Dün geceden beri yağan yağmur yolu birkaç yerde bataklık hale getirmiş. Dört çekerle gidiyoruz ya, sorunsuz çıkarız zannediyorum. Daha ilk vıcık çamur birikintisinde patinaj çekiyoruz, şoför açıklıyor; lastikler kabak biraz. Birkaç noktada kayarak yolu kapatan kamyonların etrafından dolanıyoruz. Yarım saat sürecek yolu iki saatte zor çıkıyoruz ve koruma alanının kapısında ziyaretçi merkezine geliyoruz. Tanzanya vatandaşları sadece kimliklerini göstererek Ngorongoro'ya girebilirken yabancılar 105 dolar giriş ücreti verme zorunda.

Ngorongoro Krateri 1700 metrelik platonun ortasında birden düzlükten 600 metre yükseliyor (kraterin kenarlarının denizden yüksekliği 2300m) , 260 km2 lif bir alan kaplıyor. İçinde geniş otlak alanlar, bataklık bir alan, ard arda sıralanmış göller ve yamaçlarında yağmur ormanları var. Kısacası Afrika'nın küçük ve yoğun bir modeli. Bu küçük alanda 30000 kadar büyük hayvan yaşıyor. Kraterde rastlayabileceğiniz hayvan çeşitliliği şaşırtıcı; leopar, çita, çakal, aslan, zebra, fil, yaban domuzu, impala, bufalo, antilop , gergedan, su aygırları ve yüzlerce çeşit kuş.

Giriş kapısından sonra kraterin kenarından içine inişe geçiyoruz. Yağmur bulutları iyice alçaldığı için , değil aşağıdaki manzarayı, önümüzü bile zor görüyoruz. Sis azıcık kalktığında ilk önce kırmızı giysileri içinde Masai çobanlarını ve onlara ait inek sürüsünü görüyoruz. Biraz daha yaklaşınca inek sürüsünün içinde sakin otlayan zebra ve geyikler beni şaşırtıyor. Krater içinde bir suru yırtıcı hayvan var ve Masailer sürülerine yine de sahip çıkıyorlar.

Kraterin tabanına inip sis tamamen kalktığında buraya neden ‘Nuh'un gemisi' dendiğini hemen anlıyorum. Muhteşem bir görüntü. Sararmış otların üzerinde yüzlerce zebra , wildebeest (geyik-at-öküz görünümlü bir hayvan), impala hoşgeldin diyor. Az ilerideki ağaçların üzerinde babunların itiş kakışları dalları çılgın bir ritim ile hareket ettiriyor. 4-5 kilometre ilerideki gölden büyük bir kuş sürüsü havalanıyor.

Ngorongoro kraterinde tuvaletlerin olduğu çok küçük bir bölge dışında araçtan inmek yasak. Nedeni ise vahşi hayvanların saldırma olasılığı. Yakınlarda zararsız hayvanlar bile arabadan inmek yasak, tedbirli olma lazım. Krater tabanında yavaş yavaş ilerliyoruz. Bizden önce gelmiş beş altı arabanın bir tepenin önünde kümelendiğini bizde yanlarına çekiyoruz. Sağımızda bir tepeciğin yanında bir çita yan yatmış hem etrafı kolaçan ediyor, hem de üç yavrusunu emziriyor. Yavrular doyduktan sonra birbirleriyle oynamaya, boğuşmaya başlıyorlar. Birer birer tepecikten aşağı yuvarlanıyorlar. Sonra yukarıya çıkma yarışı başlıyor, birbirlerini kuyruklarından ısırarak yavaşlatıyorlar. Annelerinin gözleri üzerlerinde.

Birkaç kilometre ileride yol kenarına yatmış bacaklarını yalamakla meşgul altı üyeli genç bir aslan sürüsü ile karşılaşıyoruz. Yemeklerini yeni bitirmiş olmalılar, keyifleri o kadar yerinde ki, varlığımızı takmıyorlar. Birisi aracın yanına gelip lastiklerini kokluyor. Dolaşıyor. Diğerleri mayışmış bir şekilde esniyorlar, bize bakmıyorlar bile. Yanlarında uzun bir süre kalıyoruz. Şoför aracın üstünü açıyor, uzanıp bir sürü fotoğraf çekiyorum. Yırtıcı ve tehlikeli bir hayvanin bir kaç metre yanında olup aramızda bizi koruyacak hiçbir şey olmaması ilk başta beni biraz geriyor. Ama aslanlara bakınca gerilmenin anlamsız olduğunu anlıyorum, yemeklerini yemişler, keyifleri yerinde, ne diye saldırsınlar ki? İnsan mı onlar?

Yeterince yatan, esneyen, uyuyan aslan resmi çekip bir hayli de hayranlıkla sürüyü seyrettikten sonra hareket ediyoruz. Gölün içindeki su aygırlarının sesleri bir hayli öteden duyuluyor. Sıcak havada suyun içinde hemen hemen hareketsiz duruyorlar. Sadece kulakları gözüküyor. Hemen hepsinin başına bir kuş konmuş. Arada erkek su aygırı ağzını sonuna kadar açıp çıkardığı bas seslerle etrafa varlığını belli ediyor. Gölün içinde dört ayrı su aygırı sürüsü var hepsi kendi alanlarında tembellik ediyorlar.

Gölden geri dönerken yine aslan sürüsüne rastlıyoruz. Bunların yerlerinden kalkmaya niyeti yok galiba. Aslanlardan yarım kilometre ileride sayıları üç yüzleri bulan bir geyik sürüsünün içinden geçiyoruz.Onlarda aslanların keyifli olduğunun farkında galiba. Nazik görünümlü geyiklerin yanında sert görünüşleri ve büyük gövdeleri ile bufolalar otluyor.

Kraterin ağaçlı kısmına geliyoruz. Yaklaştığımızı gören bir babun sürüsü telaşla uzaklaşıyor. Filleri bulmamız hiç zor olmuyor. Sadece yeni sökülmüş ağaçların olduğu bölgeyi bulmanız yeterli. Filler acıktıkları zaman 4-5 metrelik ağaçları kolayca söküp yapraklarını yiyorlar. Birazda fil sürüsünün yanında vakit geçiriyoruz. Sürü uzaklaşmaya başladığı zaman şoför arabayı çalıştırıyor. Olmuyor. Bir kez daha, hayır. Arabadan inmek yasak olduğu için inip bir şey de yapamıyoruz. Şoför " Bu yoldan korucular sık geçer , bekleyelim " diyor. Ama gelen giden olmayınca etrafı iyice kolaçan edip araçtan iniyor kaputu açıyor. " Bir şey yok ama biraz itmemiz lazım, hep bunu yapar. Bak itince hemen çalışacak" diyor." Yaa demin değil miydin sen araçtan inilmez diyen? " diyorum. Gülüyor. " Yakında hayvan yok, bir şey olmaz ". Kısa bir itmeden sonra aracımız çalışıyor, rahatlıyorum. Dönmeye başlıyoruz, önümüzde uzun bir yol var. Ngorongoro, hem coğrafi yapısı hem de hayvanları ile gerçekten görülmeye değer.

Ngorongoro Krateri: Tanzanya

Jinja (Uganda)'dan öğlene doğru Arusha otobüsüne biniyorum. Şimdiye kadar Afrika'da bindiğim en lüks otobüslerden.

Yolculuk Kenya sınırına kadar sakin geçiyor. Sınırda giriş çıkış işlemlerini hızla hallediyorum. Sınırda rastladığım İspanyollar vize almak için koştururken Türk pasaportum ilk defa işime yarıyor; Türklere vize yok. Avrupalılar vize peşinde koştururken bir kenarda oturup seyretmekten garip bir zevk alıyorum, iyi oluyormuş. Bakalım bir daha bu zevki tadabilecek miyim?

Sınırdan başkent Nairobi'ye kadar kamyonlarla dolu yolu nerdeyse her dakika bir aracı sollayarak hızla alıyoruz. Tam gece yarısı Nairobi'deyiz. Burada otobüs mazot alıp, sineklerle kaplanan ön camını yıkatıyor. Bir saati geçen bir mola sonunda yola çıkıyoruz. Sabah dört gibi Tanzanya sınırındayız. Sınırın Kenya kısmında çıkış işlemlerimi hallediyorum, sonra Tanzanya kısmına gidip kuyruk beklemeye başlıyorum. Tanzanyalı memur her pasaportu alıp uzun uzun inceliyor. Vizeleri gidip bir dosya kabininden kontrol ediyor. 45-50 dakika sonra Tanzanya giriş damgamı alıyorum ama bir yere gidemiyorum: otobüsün Tanzanya yasaları uyarınca gün ışıyana kadar hareket etmesi yasak. Bazıları akşam sekizden beri bekleyen diğer 30 kadar otobüsün yanına bizde katılıyoruz. Gün ağarmaya başladığında sınır kapısını açıyorlar. Otobüslerin hepsi kafesten kaçan kuş telaşıyla yola atılıyor, aralarında korkutucu bir sollama yarışı başlıyor. Yarıştan bizim şoför muzaffer çıkıyor, önderliği kaybetmemek için bastıkça basıyor. Ancak yağmur başlayıp iyice hızlanınca bizim şoför biraz yavaşlıyor. Otobüse bindikten 18 saat sonra Arusha'da iniyorum. Uganda'da gürültüden dolayı hiçbir gece doğru dürüst uyuyamadığımdan bu kez tedbirliyim. Otel seçerken tek kriterim var; sessiz olacak o kadar. Şehrin dış eteklerinde ana yola uzak bir otel seçiyorum. Ses yok. Saat sabah 8. Çok yorgunum, yatıyorum.

Ancak öğleden sonra kalkabiliyorum. İyice ağırdan alıp şehri dolaşmaya başlıyorum. Yağmur yağıyor ve sıcak, rahatsız bir karışım. Arusha, küçük bir şehir fakat konumu sebebiyle Tanzanya'nın en önemli şehri Dar Es Salaam'dan daha fazla turist çekiyor. Şehir, Tanzanya'nın kuzeyinde düzenlenen safari turlarının başlangıç noktası. Şehrin çevresi ünlü doğa harikalarıyla çevrili; Ngorongoro Krateri , Serengeti Milli Parkı, Klimanjaro ve Meru dağları, Manyara gölü ve Tarangire Milli Parkı. Tanzanya'nın özgürlük ilanı 1964'te burada imzalanmış. Birleşmiş Milletler'in Ruanda'da soykırım suçu işleyenleri yargıladığı (son derece etkisiz ve yavaş) mahkemesi de Arusha'da bulunuyor. Yarin için Ngorongoro'ya gitmek için dört çeker ayarlıyorum. Sabah 5'te beni otelden alacak. Hava kararmaya başladığında otele dönüyorum, Arusha geceleri pek tekin bir yer değil.

Arusha'dan gün ağarmadan yola çıkıyoruz. Yağmur hızlandıkça önümüzü görmek zorlaşıyor, çünkü sileceklerin lastikleri eskimiş. Arabanın başka daha önemli eksikleri olduğunu da gün içinde iyice anlıyorum. Üç saat kadar sonra Ngorongoro Kraterine yaklaşıyoruz. Asfalt birden sona eriyor ve toprak daha doğrusu çamur yol başlıyor. Tırmanmaya başlıyoruz. Arusha'dan Serengeti'ye ve oradan da Kenya'ya giden tek yol Ngorongo'nun içinden geçiyor. Bu yüzden yol kamyonla dolu. Ngorongoro krateri doğal bakımdan çok önemli olmasına karşın Milli park değil, koruma alanı. Aradaki fark; Milli parklarda insan yerleşimi yasak, Ngorongoro'da ise Masai kabilesinin yerleşmesine izin var. Onlara buradaki otlakları kullanma hakkı çok önceden verilmiş, bugün de kratere tırmanırken yolda Masailer kırmızı giysileri, uzun ve içine rahatlıkla el girebilen büyük kulak delikleri ve araba lastiğinden yapılma sandaletleri ile hemen göze çarpıyorlar.

Kampala'dan Kenya Sinirina

Jinja'da minibüs durağında etrafımı boda-boda denen bisiklet taksiler sarıyor. Hepside otelin çok uzakta olduğunu yürümenin uzun zaman alacağını söylüyorlar. Aralarından sıyrılıp oradaki bir araba sahibiyle beni otele götürmesi için on dolara pazarlık ediyorum. Anlaşma sağlanınca adamın ağzı kulaklarına varıyor. Arabayı çalıştırması ile durdurması bir oluyor. Otel ancak 500 metre ileride. Fiyatta anlaşmışız bir kere, homurdanarak ödüyorum. Odama çıkıp biran önce duş almak istiyorum. Tısssss. Sular kesik. Yav, burası Nil nehrinin, hani şu geniş,uzun Nil nehrinin kaynağı . Nasıl su olmaz? Yok işte. Otel sahibi su basıncının sadece akşamları yeterli olduğunu söylüyor. Afrika'nın kaynaklarını nasıl kullandığını gösteren bir başka örnek. Yazık.

Jinja, bölgenin ticaret merkezlerinden. Idi Amin zamanında Asyalı tacirlerin malları devletleştirilip Asyalıların tümü sınırdışı edilmişler. Gidenlerin yerine işletmecilik yapacak Ugandalı olmadığı için Asyalılardan kalan her yer çürümüş ve terkedilmiş. Museveni başa geçince ilk iş olarak Asyalılara mallarını geri vermiş. Ticaret biraz toparlanmış. Bugün Jinja'da neredeyse tüm dükkan sahipleri Hint kökenli. Caddeden geçenleri seyredince insan kendini bir oyunun içinde zannediyor. Hintliler ve Ugandalılar anlaşmışlar; tüm Ugandalılar müşteri olacak, tüm Hintliler de satıcı istisna yok. Lokantanın birine girip Hint yemeği ısmarlıyorum. Maksat oyuna ayak uydurmak.

Yemekten sonra dört kilometre uzaklıktaki kaynağa gitmek için boda-boda'ya biniyorum. Nil'in kaynağı Nasreddin hocanın türbesi gibi her tarafı açık ama giriş ücretli. Çok düşük olan giriş ücretini verip kaynağa yöneliyorum. Kıyıdan aşağıya inerken ilk karşıma çıkan bir yazıt; burayı ilk gören Avrupalı John Speke için dikilmiş. Yazıtın yakınında Mahatma Gandhi'nin bir büstü var. Peki de Gandhi'nin, Uganda ile ne işi var? Gandhi öldükten sonra, bedeni yakılmış ve külleri dünyanın seçilen yerlerine savrulmuş. Nil'in kaynağı da bunlardan biri. Aşağıya Nil'in kaynağına doğru heyecanla inmeye devam ediyorum. Kıyıya varıyorum ama görüntü beklediğim kadar etkileyici değil. Nil'den gücüne ve endamına uyan güçlü, gürleyen, kuvvetli, gürültücü,köpüklü bir kaynak beklerdim. Oysa, nehrin kaynağı Viktorya gölünün altında olduğu için, suyun çıktığı yerde dışarıdan sadece küçük bir girdap gözüküyor. Bulunduğum noktanın sağ tarafı Viktorya gölü, sol tarafı ise Nil nehri. Burada gördüğüm su tanecikleri dört ay boyunca 6700 km yol kat edecek , çoğunlukla çöllerden geçerek ve etrafına hayat vererek, Akdeniz'e akacaklar. Yazıtın aşağısındaki çay bahçesinde uzunca bir süre oturuyorum. Bahçeden kalkıp Jinja'ya geri yürümeye başlıyorum. Beni getiren boda-bodacı beklemiş, merkezdeki Source of the Nile Cafe'de beni bırakıyor. Burası Jinja'ya gelen gezginlerin buluşma mekanı. Biraz kitap okuyup yoldan geçenleri seyrediyorum. Kafede iki seneden beri dünyayı dolaşan iki Japon'la tanışıyorum. " İki sene boyunca dolaşmak nasıl bir şey? " diye soruyorum. Biri " İşimden çok sıkılmıştım, ancak rahatlıyorum" diyor. Diğeri " Dolaşırken anlaşılmıyor, eve döneyim belki o zaman anlarım" diyor. Birden yoldan geçen geleneksel kıyafetli birini görüyorlar, video kameralarını kapıp uzaklaşıyorlar.

Akşam otele döndüğümde beni kötü bir sürpriz bekliyor. Otelin bahçesi civarın en hareketli barı haline gelmiş. Müzik, insanlar, gürültü. Üstelik odamda cam yerine sadece sinek teli olduğu için her ses içeride. Yahu, bu kadar gürültülü yeri ard arda arasam ancak bulurum. Aramıyorum ki. Aghh, Uganda'da bana uyku yok. Yarın Tanzanya'ya doğru yola çıkacağım. Belki bir umut orada uyurum. Sizinle orada buluşuruz. Ben kafamı yastığın altına gömüyorum, ya boğulurum ya da uyurum. Aggghhhh!...

Uganda'nin Baskenti Kampala

Başkent Kampala'ya yaklaştıkça köyler sıklaşıyor. Hemen her köyde bir bar ve otel var. Ama bunların adları dışında bizim anladığımız bar ve otelle ilgisi yok. Bar dedikleri sadece bira ve Waragi denilen Uganda içkisinden satan dükkancıklar. Genelde bir buzdolabı ve dışarıda birkaç masadan oluşuyorlar.

Oteller ise yol kenarındaki evlerine birkaç oda ekleyip kiralayan küçük pansiyonlar. Otellerin adları sahiplerinin hayal güçlerini de yansıtıyor; yol üstünde dört tane Sheraton, iki tane Hilton saydim.

Kampala'ya az kala ekvatora yaklaşıyoruz. Tam ekvatorda yol kenarında güney yarımküreden kuzeye geçişi simgeleyen basit beton bir anıt yapmışlar. Anıtın etrafında da müşteri bekleyen birkaç hediyelik eşya kulübesi var, o kadar. Öğleden sonra Kampala otobüs terminaline yaklaşıyoruz, trafik çok kötü. Yolda giderken bu kadar sıcak olduğunu farkına varmamıştım, trafikte durunca cehennemi sıcak aracı teslim alıyor. Ne de olsa ekvatora 30 kilometre mesafedeyiz.

Şehrin ticari bölgesinde pazarlara yakın bir otele yerleşiyorum. Sonra yürüyerek Kampala turuna çıkıyorum; kalabalık, canlı caddeler, sıkışık bir trafik, küçük binlerce dükkan, Çin malları satan bir işportacı ordusu, sebze meyve halinde değişik yüzler, ürünler, peşimden koşan çocuklar, adım başı internet kafelerin sıralandığı caddeler. Kampala'da diğer Afrika şehirlerine göre daha temiz , düzenli ve oldukça güvenli . Milton Obote ve Idi Amin zamanlarında mahvolan ve iç savaşa sürüklenen ülkeyi eski gerilla lideri Museveni toparlamış. Museveni, 1986'dan beri ülkeyi yönetiyor ve seviliyor, ama söz verdiği halde çok partili demokrasiye bir türlü geçmiyor. Kendi deyimiyle "tek partiye dayalı açık ve serbest seçimli bir demokrasi" uyguluyor. Uganda'ya mali yardim yapan devletler çok partili demokrasiye geçilmemesinden hoşnut değiller. Ülkenin bütçesinin yarısından fazlasının yabancı hibe yardım olduğu düşünülürse Museveni'nin iktidarda daha uzun süre kalması ülke ekonomisi için iyi görünmüyor.

Akşama otele geri dönüyorum. Odamın garip bir tasarımı var. Üç penceresinden büyük olan ikisi koridora, küçük olan biri dışarıya bakıyor. Bu küçük pencereden baktığımda şehrin uçsuz bucaksız minibüs terminalini görüyorum. Binden fazla minibüs durakta müşteri bekliyor ya da hareket halinde. Tabii gürültü bayağı fazla. Resepsiyona gece minibüslerin gürültüsünden rahatsız olunuyor mu diye soruyorum. Cevap; akşam minibüsler yola çıkmaz onun için minibüs gürültüsü hiç olmaz. Görevlinin küçük bir iki gerçeği atladığını yatınca farkına varıyorum. Birincisi , akşama doğru trafik yavaşlıyor doğru ama otelin çevresi gece açık hava barı haline geliyor. İkincisi ise pazara gece boyunca kamyonlarla mal gelmeye devam ediyor. Ama hakkını vereyim resepsiyondaki görevlinin dediği gibi hiç minibüs gürültüsü duymuyorum, onlar herhalde sarhoş muhabbetleri ve kamyon dizelleri arasında kayboluyor. Uyumak için çok uğraşıyorum.

Sabahleyin Kampala'nın yakınındaki Entebbe şehrine geçiyorum. Hafızanızı biraz zorlarsanız siz de bu ismi hatırlayacaksınız. Entebbe, Viktorya gölü kıyısında küçük bir şehir. Toptan muz ticaretinin yapıldığı bir pazarının dışında bakımsız bir botanik bahçesi var. İngilizlerden kalma bu botanik bahçesinde 1930'larda Tarzan filmleri çekilmiş. İngilizler Uganda'yı idare ederken Entebbe'yi başkent seçmişler. Şimdiye kadar anlattıklarım Entebbe"yi hatırlamak için yeterli sebep degil. Temmuz 1976'da burada yaşanan rehine kurtarma operasyonu Entebbe ismini dünya hafızasına kazımış. İsrail'deki Filistinli mahkumların serbest bırakılmasını isteyen bir grup Atina-Paris seferinin yapan bir Fransız havayolları uçağını kaçırarak Entebbe'ye indirirler. Uçakta bulunan İsrail pasaportluları rehin tutarak diğer yolcuları serbest bırakırlar. O sırada Uganda'nın başında olan Idi Amin havaalanına gelerek hava korsanlarını destekleyen bir konuşma yapar. Korsanlar, Filistinli mahkumlar bırakılmazsa ertesi gün uçağı yolcularla beraber havaya uçuracaklarını bildirirler. O gece İsrail'den havalanan üç nakliye uçağı havalananına baskın yapar, tüm hava korsanlarını ve onları koruyan Ugandalı askerleri öldürüp rehineleri uçaklara bindirip kaçırırlar. Bu cesaret gerektiren operasyon halen hatırlanıyor. Akşam Entebbe'den dönünce Kampala'da biraz daha dolaşıyorum. Nil nehrinin kaynağını görmek için yarın Jinja şehrine gitmeye karar veriyorum. Hem belki orada uyuyabilirim, bu gürültü de çok zor.

Kampala'dan Kenya Sinirina

Jinja'da minibüs durağında etrafımı boda-boda denen bisiklet taksiler sarıyor. Hepside otelin çok uzakta olduğunu yürümenin uzun zaman alacağını söylüyorlar. Aralarından sıyrılıp oradaki bir araba sahibiyle beni otele götürmesi için on dolara pazarlık ediyorum. Anlaşma sağlanınca adamın ağzı kulaklarına varıyor. Arabayı çalıştırması ile durdurması bir oluyor. Otel ancak 500 metre ileride. Fiyatta anlaşmışız bir kere, homurdanarak ödüyorum. Odama çıkıp biran önce duş almak istiyorum. Tısssss. Sular kesik. Yav, burası Nil nehrinin, hani şu geniş,uzun Nil nehrinin kaynağı . Nasıl su olmaz? Yok işte. Otel sahibi su basıncının sadece akşamları yeterli olduğunu söylüyor. Afrika'nın kaynaklarını nasıl kullandığını gösteren bir başka örnek. Yazık.

Jinja, bölgenin ticaret merkezlerinden. Idi Amin zamanında Asyalı tacirlerin malları devletleştirilip Asyalıların tümü sınırdışı edilmişler. Gidenlerin yerine işletmecilik yapacak Ugandalı olmadığı için Asyalılardan kalan her yer çürümüş ve terkedilmiş. Museveni başa geçince ilk iş olarak Asyalılara mallarını geri vermiş. Ticaret biraz toparlanmış. Bugün Jinja'da neredeyse tüm dükkan sahipleri Hint kökenli. Caddeden geçenleri seyredince insan kendini bir oyunun içinde zannediyor. Hintliler ve Ugandalılar anlaşmışlar; tüm Ugandalılar müşteri olacak, tüm Hintliler de satıcı istisna yok. Lokantanın birine girip Hint yemeği ısmarlıyorum. Maksat oyuna ayak uydurmak.

Yemekten sonra dört kilometre uzaklıktaki kaynağa gitmek için boda-boda'ya biniyorum. Nil'in kaynağı Nasreddin hocanın türbesi gibi her tarafı açık ama giriş ücretli. Çok düşük olan giriş ücretini verip kaynağa yöneliyorum. Kıyıdan aşağıya inerken ilk karşıma çıkan bir yazıt; burayı ilk gören Avrupalı John Speke için dikilmiş. Yazıtın yakınında Mahatma Gandhi'nin bir büstü var. Peki de Gandhi'nin, Uganda ile ne işi var? Gandhi öldükten sonra, bedeni yakılmış ve külleri dünyanın seçilen yerlerine savrulmuş. Nil'in kaynağı da bunlardan biri. Aşağıya Nil'in kaynağına doğru heyecanla inmeye devam ediyorum. Kıyıya varıyorum ama görüntü beklediğim kadar etkileyici değil. Nil'den gücüne ve endamına uyan güçlü, gürleyen, kuvvetli, gürültücü,köpüklü bir kaynak beklerdim. Oysa, nehrin kaynağı Viktorya gölünün altında olduğu için, suyun çıktığı yerde dışarıdan sadece küçük bir girdap gözüküyor. Bulunduğum noktanın sağ tarafı Viktorya gölü, sol tarafı ise Nil nehri. Burada gördüğüm su tanecikleri dört ay boyunca 6700 km yol kat edecek , çoğunlukla çöllerden geçerek ve etrafına hayat vererek, Akdeniz'e akacaklar. Yazıtın aşağısındaki çay bahçesinde uzunca bir süre oturuyorum. Bahçeden kalkıp Jinja'ya geri yürümeye başlıyorum. Beni getiren boda-bodacı beklemiş, merkezdeki Source of the Nile Cafe'de beni bırakıyor. Burası Jinja'ya gelen gezginlerin buluşma mekanı. Biraz kitap okuyup yoldan geçenleri seyrediyorum. Kafede iki seneden beri dünyayı dolaşan iki Japon'la tanışıyorum. " İki sene boyunca dolaşmak nasıl bir şey? " diye soruyorum. Biri " İşimden çok sıkılmıştım, ancak rahatlıyorum" diyor. Diğeri " Dolaşırken anlaşılmıyor, eve döneyim belki o zaman anlarım" diyor. Birden yoldan geçen geleneksel kıyafetli birini görüyorlar, video kameralarını kapıp uzaklaşıyorlar.

Akşam otele döndüğümde beni kötü bir sürpriz bekliyor. Otelin bahçesi civarın en hareketli barı haline gelmiş. Müzik, insanlar, gürültü. Üstelik odamda cam yerine sadece sinek teli olduğu için her ses içeride. Yahu, bu kadar gürültülü yeri ard arda arasam ancak bulurum. Aramıyorum ki. Aghh, Uganda'da bana uyku yok. Yarın Tanzanya'ya doğru yola çıkacağım. Belki bir umut orada uyurum. Sizinle orada buluşuruz. Ben kafamı yastığın altına gömüyorum, ya boğulurum ya da uyurum. Aggghhhh!...

Uganda'nin Baskenti Kampala

Başkent Kampala'ya yaklaştıkça köyler sıklaşıyor. Hemen her köyde bir bar ve otel var. Ama bunların adları dışında bizim anladığımız bar ve otelle ilgisi yok. Bar dedikleri sadece bira ve Waragi denilen Uganda içkisinden satan dükkancıklar. Genelde bir buzdolabı ve dışarıda birkaç masadan oluşuyorlar.

Oteller ise yol kenarındaki evlerine birkaç oda ekleyip kiralayan küçük pansiyonlar. Otellerin adları sahiplerinin hayal güçlerini de yansıtıyor; yol üstünde dört tane Sheraton, iki tane Hilton saydim.

Kampala'ya az kala ekvatora yaklaşıyoruz. Tam ekvatorda yol kenarında güney yarımküreden kuzeye geçişi simgeleyen basit beton bir anıt yapmışlar. Anıtın etrafında da müşteri bekleyen birkaç hediyelik eşya kulübesi var, o kadar. Öğleden sonra Kampala otobüs terminaline yaklaşıyoruz, trafik çok kötü. Yolda giderken bu kadar sıcak olduğunu farkına varmamıştım, trafikte durunca cehennemi sıcak aracı teslim alıyor. Ne de olsa ekvatora 30 kilometre mesafedeyiz.

Şehrin ticari bölgesinde pazarlara yakın bir otele yerleşiyorum. Sonra yürüyerek Kampala turuna çıkıyorum; kalabalık, canlı caddeler, sıkışık bir trafik, küçük binlerce dükkan, Çin malları satan bir işportacı ordusu, sebze meyve halinde değişik yüzler, ürünler, peşimden koşan çocuklar, adım başı internet kafelerin sıralandığı caddeler. Kampala'da diğer Afrika şehirlerine göre daha temiz , düzenli ve oldukça güvenli . Milton Obote ve Idi Amin zamanlarında mahvolan ve iç savaşa sürüklenen ülkeyi eski gerilla lideri Museveni toparlamış. Museveni, 1986'dan beri ülkeyi yönetiyor ve seviliyor, ama söz verdiği halde çok partili demokrasiye bir türlü geçmiyor. Kendi deyimiyle "tek partiye dayalı açık ve serbest seçimli bir demokrasi" uyguluyor. Uganda'ya mali yardim yapan devletler çok partili demokrasiye geçilmemesinden hoşnut değiller. Ülkenin bütçesinin yarısından fazlasının yabancı hibe yardım olduğu düşünülürse Museveni'nin iktidarda daha uzun süre kalması ülke ekonomisi için iyi görünmüyor.

Akşama otele geri dönüyorum. Odamın garip bir tasarımı var. Üç penceresinden büyük olan ikisi koridora, küçük olan biri dışarıya bakıyor. Bu küçük pencereden baktığımda şehrin uçsuz bucaksız minibüs terminalini görüyorum. Binden fazla minibüs durakta müşteri bekliyor ya da hareket halinde. Tabii gürültü bayağı fazla. Resepsiyona gece minibüslerin gürültüsünden rahatsız olunuyor mu diye soruyorum. Cevap; akşam minibüsler yola çıkmaz onun için minibüs gürültüsü hiç olmaz. Görevlinin küçük bir iki gerçeği atladığını yatınca farkına varıyorum. Birincisi , akşama doğru trafik yavaşlıyor doğru ama otelin çevresi gece açık hava barı haline geliyor. İkincisi ise pazara gece boyunca kamyonlarla mal gelmeye devam ediyor. Ama hakkını vereyim resepsiyondaki görevlinin dediği gibi hiç minibüs gürültüsü duymuyorum, onlar herhalde sarhoş muhabbetleri ve kamyon dizelleri arasında kayboluyor. Uyumak için çok uğraşıyorum.

Sabahleyin Kampala'nın yakınındaki Entebbe şehrine geçiyorum. Hafızanızı biraz zorlarsanız siz de bu ismi hatırlayacaksınız. Entebbe, Viktorya gölü kıyısında küçük bir şehir. Toptan muz ticaretinin yapıldığı bir pazarının dışında bakımsız bir botanik bahçesi var. İngilizlerden kalma bu botanik bahçesinde 1930'larda Tarzan filmleri çekilmiş. İngilizler Uganda'yı idare ederken Entebbe'yi başkent seçmişler. Şimdiye kadar anlattıklarım Entebbe"yi hatırlamak için yeterli sebep degil. Temmuz 1976'da burada yaşanan rehine kurtarma operasyonu Entebbe ismini dünya hafızasına kazımış. İsrail'deki Filistinli mahkumların serbest bırakılmasını isteyen bir grup Atina-Paris seferinin yapan bir Fransız havayolları uçağını kaçırarak Entebbe'ye indirirler. Uçakta bulunan İsrail pasaportluları rehin tutarak diğer yolcuları serbest bırakırlar. O sırada Uganda'nın başında olan Idi Amin havaalanına gelerek hava korsanlarını destekleyen bir konuşma yapar. Korsanlar, Filistinli mahkumlar bırakılmazsa ertesi gün uçağı yolcularla beraber havaya uçuracaklarını bildirirler. O gece İsrail'den havalanan üç nakliye uçağı havalananına baskın yapar, tüm hava korsanlarını ve onları koruyan Ugandalı askerleri öldürüp rehineleri uçaklara bindirip kaçırırlar. Bu cesaret gerektiren operasyon halen hatırlanıyor. Akşam Entebbe'den dönünce Kampala'da biraz daha dolaşıyorum. Nil nehrinin kaynağını görmek için yarın Jinja şehrine gitmeye karar veriyorum. Hem belki orada uyuyabilirim, bu gürültü de çok zor.

Ruanda'dan Kampala'ya Yolculuk (Uganda)

Akşam yemeği için otelin altındaki lokantaya giriyorum. Kiremit rengi toza bulanmış yeşil örtülü masalardan birine oturuyorum. Yemekte seçim şansım yok bugün sadece tavuk kızartması var. Tavuğun yanında garnitür olarak kızarmış muz ve muz püresi de geliyor. Muz püresini yadırgasam da yemeğin hepsini yiyorum, acıkmışım.

Dünya'da 1200 kadar farklı cins muz var. Bunların yaklaşık 120 kadarı Uganda'da yetiştiriliyor. Yılda tam 1.5 milyon hektar alanda 11 milyon ton muz yetiştiriliyor. Hindistan'dan sonra muz yetiştiriciliğinde dünya ikincisi Uganda. Ugandalıların hayatında muzun çok önemli bir yeri var.Yılda kişi başına 250 kilo muz tüketiyorlar! Muz binbir şekilde hayatın her yerinde karşınıza çıkıyor; püre oluyor; kızartma oluyor; ekmek oluyor; bira olup insanları neşelendiriyor; yaprakları sepet olup taşımada kullanılıyor; ev çatısı oluyor yağmurdan güneşten koruyor; kuruyan bitkiler çit oluyor; hayvanlara yem oluyor; bazı türleri ilaçlarda kullanılıyor. Uganda bu anlamda tam bir muz cumhuriyeti. Bu cumhuriyette yaşayanlar için muz hayat demek. Küçük bir muz bahçesinden bütün bir aileyi besleyebilecek kadar ürün rahatça çıkıyor. Üstelik Uganda iklimine uygun olan bu bitki fazla emek te istemiyor. Muz bahçesi olanların evlenme şansı olmayanlara göre daha yüksek; muz bir nevi sigorta.

Geceleyin tam dalmışken iki sarhoş otel koridorunda tartışıyorlar. Birazdan geçer diye beklerken adamlar yan oda komşum çıkıyor. Tartışma gece boyu aralıklarla sürüyor. Pek uyuyamıyorum. Sabah altıda otelin önündeyim, ama tahmin ettiğim gibi otobüs yok. Çaresiz terminale kadar yürüyorum, otobüsüm 1950'lerden kalma, üzerindeki yüzlerce vuruk ve pastan boyası zor seçilen, camları çatlak ve arka kapısını kancalı bir iple değiştirmiş olan bir Rus külüstürü. Sırt çantamı muavine veriyorum, o bagaja koyuyor. Otobüsteki koltuklar tahtadan. Bazılarının vidaları çıkmış ve yerlerinden zorla duruyorlar. Yine de dünkü minibüsün yanında son derece lüks.Saat 7'yi biraz gece otobüs hareket ediyor, otellere uğrayıp yolcuları alıyor. Beni otelden almaları gereken saatten 1.5 saat sonra benim otelin önüne de geliyorlar.

Otobüs sık sık durarak yolcu alıyor, indiriyor. Önümdeki yaşlıca bey inince onun yerini kucağında iki tavuğuyla şişman bir hanım alıyor. Tavuklar koltuğun arasından ikide bir tavuklara has telaşla başlarını uzatıp çekiyorlar. Yoldan aldıkları yolculardan biri üç keçisini bagaja yükleyince acaba çantamı bagaja vermese miydim diyorum. Ülkenin bu kesiminde beyaz birine rastlamak hergün olan bir şey değil herhalde. Yeni binen yolcular yanımdan şaşkınlıkla "Mzungu" (Beyaz adam) demeden geçmiyorlar. Koltuklar tahta olduğu için yoldaki tüm sarsıntıları doğrudan iletiyor. Sırtını koltuğa dayamak titreşimlerden dolayı rahatsız edici bir hal alıyor. Otobüs arada sırada yoldaki derin çukurlardan birine girip altını sürtüyor, o zaman otobüsün tüm camları yerinden fırlayacakmış gibi titriyor, yolcular her zamankinden fazla sallanıyor, koltuklar gıcırdıyor ve motor kızgınca hırlıyor . Bu velveleden sadece önümdeki iki tavuk zevk alıyormuş gibi. Hoplayıp zıpladıkça kafalarını daha ritmik bir şekilde sallıyorlar. Otobüs ihtiyaç molası için duruyor. Tuvalete girdiğimde şimdiye kadar gezdiğim yerlerden farklı ve ilginç bir tuvalet yorumu ile karşılaşıyorum. Bildiğimiz alafranga klozeti alaturka olarak monte etmişler. Nasıl mı? Klozeti betona gömmüşler. Tuvalet kabinine girince iki basamakla klozetin seviyesine çıkıyor, sonra çömelip işinizi alafranga klozette alaturka olarak görüyorsunuz. Gezimin sonraki kısmında içinde hiçbir delik olmayan tuvaletlere de rastladım. Deliksiz tuvaletler de siz işinizi kabinin tabanına yapıyorsunuz, arkanızdan biri gelip temizliyor. İnsan bu tuvaletleri tecrübe ettikten sonra ömür boyu kabız olmak arzusu ile doluyor.

Öğlene doğru otobüs dumandan göz gözü görmez bir bölgede yavaşlıyor. Şoför önünü görmediği için yavaşlıyoruz sanıyorum. Yanılmışım. Duman biraz açılınca yolun her iki yanında yüzlerce mangal ortaya çıkıyor. Mangal başında olan satıcılar otobüsü görünce delice bir koşturmayla bizi sarıyorlar. Ellerinde çöp şişler, kızarmış muzlar, mısır ekmekleri, kocaman keçi butları ve ne olduğunu anlayamadığım değişik yiyecekleri satmaya çalışıyorlar. Yolcular otobüsten inmek yerine camları açıp pazarlık yapıyorlar. Satıcılar mallarının iyi olduğunu bağırıyor, aralarında tartışıyor, en iyi yeri kapmak için itişiyor, pazarlık yapıyor, yolcular avazları çıktığı kadar bağırarak yiyecekleri ısmarlıyorlar, yoldan gecen sabırsız diğer araçlar korna çalıyor ve bu arada biz yavaşça hareket etmeyi sürdürüyoruz. Tam bir karmaşa. Her zaman karşılaşmadığım bu manzara çok renkli ve eğlenceli. Neden sonra otobüs sığabileceği kadar bir park yeri buluyor ve duruyoruz. Yolcuların çoğu yiyecek alışverişini zaten bitirmiş durumda. Yiyecek tamam, ama içecek? İçecek satıcısı iki kasa içecekle otobüse biniyor. Hareket ediyoruz. Satıcı koltukların arasında kasaları ite ite satış yapıyor. Otobüsün en arkasına vardığında oturuyor. Biraz sonra içilen şişeleri topluyor ve otobüsten iniyor. Öğle yemeğini yolda mola vermeden böylece hallediyorum. Ehh, başkent Kampala'ya oldukça yaklaştık. Burada biraz ara verelim, Uganda gezimin devamını gelecek yazıda aktaracağım.

Uganda - Ruanda Siniri

Minibüs asfaltın bittiği yere kadar gidiyor, sürücü toprak yolun hemen başındaki binayı gösterip "Gümrük" diyor. Ruanda-Uganda sınırındayım. Ruanda gümrük binasına giriyorum, içeride kimse yok. Dışarıya çıkıyorum. Binanın yanında sundurmanın altında sohbet eden gruba pasaportumu uzaktan gösteriyorum.

İki kişi kalkıyor, ayaklarını sürüyerek arkamdan geliyorlar. Öğle keyiflerini bozmaya değecek bir şey aradıkları için olsa gerek, çıkış işlemlerimi uzattıkça uzatıyorlar. Pasaportun incelenmedik sayfası kalmıyor, ahret sorularına başlıyor. Soracak soruları kalmayınca yine baştan başlıyorlar. Bende onlarda aynı cevaplardan sıkılıyoruz, sonunda çıkış damgasını basıyorlar. Bitişik binadaki Uganda gümrüğüne giriyorum. İşlemleri hızla hallediyorlar, vizemi kapıda alıyorum. Artık Uganda'dayım.

Sınıra en yakın kasaba 20 kilometre mesafede. Gümrük sahasında, şoförleri ağacın altında uyuklayan iki dökük araba dışında, araç yok. Yanlarına gidip ücretlerini soruyorum. Birisi yerinden bile kalkmıyor, mayışmış. Diğerinin ilk söylediği fiyatın yarısına anlaşıyoruz. Ruanda'nın düzgün asfalt yolları arkamızda, Uganda'nın yamru yumru toprak yolları önümüzde yola çıkıyoruz. Amortisörleri ruhunu çoktan teslim etmiş olan arabada çukurlardan geçerken iki kez kafamı tavana vurduktan sonra koltuğa iyice gömülüyorum. Meğer şoförler demin sıcaktan değil bu yolda tavana kafa atmaktan mayışıyorlarmış. Yarım saatten biraz uzun bir sürede Kisoro şehrine varıyoruz. Kisoro, ana caddesinin üzerinde beş-altı küçük bakkal dükkanı dışında ilgi çekici bir özelliği olmayan bir sınır şehri.

Otobüs terminalinde sadece bir minibüs var. Günde sadece bir otobüs seferi varmış, onu da kaçırmışım. 14 kişilik oturma yeri olan arabaya 22 kişi binip yola çıkıyoruz. Kapıya yakın oturan herkesin kucağında başka bir yolcu daha oturuyor. Kimseden ne bir ses, ne bir itiraz. Yol gerçekten çok kötü. Birinin bu sırrı şoföre söylemesi şart çünkü hiç haberi yokmuş gibi. Çukurlarla dolu yolda otoyolda gibiymiş gibi sürüyor. Bu sadece bana ters geliyor, yine kimsede ses yok. Araba hoplayıp zıpladıkça kucaktakilerin kafası ilk önce tavana çarpıyor, oradan aldıkları hızla kucağına oturdukları insanların bacaklarını pastırmaya çeviriyorlar. Minibüs hızlandıkça tabanda, cam ve kapı kenarlarında daha önce gözükmeyen delikler ortaya çıkıyor araba toz doluyor. Arkamdaki cama uzanıp açıyorum. Önümdekinin kucağındaki adam geri dönüp bana bir şey demeden kapatıyor. Biraz sonra içerisi iyice toza bulanıyor. Kimsede yine ses yok. Camı açıyorum, bu sefer başkası bir şey demeden kapatıyor. İçerisi toz, ter, çürük meyve, lastik ve tezeğin dayanılmaz bir karışımı kokuyor. Kimseden ses yok. Ben de bir terslik mi var yoksa yanlışlıkla dilsizler okulu arabasına mi bindim? Açın camı toz çıksın, rahat rahat gidelim. Yine camı açmak için uzanıyorum. Yanımdaki şişman hanım bundan hoşlanmadığını bana doğru bütün azametiyle yaslanarak belli ediyor. Tamam, tamam. Açmayacağım camları tost olmaktansa boğularak ölürüm.

Büyükbaş hayvanların geniş gruplar halinde yayıldığı geniş otlakların arasındaki yollarda kurşun hızıyla yol alıyoruz. Göllerin kenarından, derelerin üstünden geçiyoruz. Oldukça dağlık, ağaçlı, sulak ve güzel manzaralı bir bölge. Bu bölge boşuna 'Afrika'nın İsviçre'si' unvanını almamış. Sıcaklığı, yolların durumunu ve yarı çıplak gezen Ugandalıları saymazsak gerçekten benziyor. Yolda bir yolcu binmek için el sallıyor. Şoför içeriye bakıp daha fazla kimseyi sıkıştıramayacağına kanaat getirdiğinden dolayı yeni yolcuyu mümkün olan tek yere; minibüsün tavanına alıyor. Artık çukurlara girdiğimizde tavana içeriden çarpan kafa seslerine bir de tavana yukarıdan çarpan sesler ekleniyor. Arabada hareket edecek en ufak bir alan yok. Ayaklarım karıncalanıyor. Üzerime çıkan hanımı korkusundan elimi dahi oynatmıyorum. Havasızlıktan midem bulanıyor. Hani kusacak olsam yere düşmez, diğer yolcularla aramdan su sızmıyor; öyle bir birlik beraberlik halindeyiz ki sormayın gitsin. Arabayı durdursam tüpten çıkan diş macunu hesabı aynı yere sıkışamam herhalde. Yapacak bir şey yok, ben de diğerlerine uyup susuyorum. Virajlar azalıp yol alçalmaya başlayınca yolun sağı solu muz ağaçlarıyla doluyor. Tepeler göz alabildiğine muz fidanı ile kaplı. Olduğundan çok uzun gelen üç saatin sonunda minibüs Kabale'ye varıyor. Kabale'den bir minibüse daha binip sekiz saat sonra başkent Kampala'ya varabilirim. Ya da sabahı bekleyip otobüsle gidebilirim. Bu yolculuk üstüne sabahı beklemeye karar veriyorum. En yakındaki otele yerleşip doğru banyoya dalıyorum. Minibüse giren tozdan her tarafım kiremit rengine donmuş. İç çamaşırlarım bile kiremit rengi. Yıkanacağım ama duşun borusu delinmiş ve çalışmıyor, sadece küvet var. Küvetinde tıkacı yok. Ee, nasıl yıkanacağım? Su şişesinin ağzını kesip maşrapa yapıyorum. Üzerimdeki ısrarcı toz benden ayrılmamakta ne kadar dirensene uzun bir banyo sonunda vedalaşıyoruz. Biraz dinlendikten sonra, Kampala otobüs biletimi terminalden alıyorum. Şirketteki görevli sabah altıda otelin önünden beni alacaklarını söylediğinde nedense güvenemiyorum.

Afrika'nin En Yuksek Ulkesi: Lesoto (2)

MALEALEA

Malealea Lodge, Lesoto'nun güneybatı ucunda bir iş ve sorumlu turizm vahası. Tesisin sahibi Mick, konaklayanların yerel halkla olabildiğince çok kaynaşmasını sağlamaya çalışıyor, yerel halka iş sağlıyor, gelirinin bir kısmıyla çevre köylerde eğitimi ve yeni iş sahalarını destekliyor. Bu çalışmaları yüzünden almış olduğu 10 kadar irili ufaklı ödül, küçük resepsiyonda sergileniyor.

BURADAN MI İNİYORUZ?? ŞAKA Dİ Mİ?

Akşamdan gideceğimiz rotayı ve atları ayarlıyoruz, sabahleyin iyi bir kahvaltı sonrası atlara uyku tulumu, giysi ve yiyecekleri yüklüyoruz. Atlara binip yola çıkıyoruz, toplam 4 atımız var; ben, eşim, rehber ve yükler için. İki saat kadar mısır tarlaları ve erozyondan dolayı yarıklarla dolmuş ve artık ekilemeyen alanlar arasında ilerliyoruz, sonra arazi birden şekil değiştiriyor. Sol tarafımızda yaklaşık 350 metre aşağıda akan nehrin sesi geliyor, nehre inen yamaçlar yaklaşık 60 derece eğimli ve pek bitki örtüsü yok. Biraz daha böyle devam ediyoruz, rehberimiz atları durduruyor;

- Aşağı inerken ağırlığınızı geriye verin, yukarı çıkarken öne eğilin. Attan düşmeyin.
- Tamam.
- Oldu o zaman, şimdi sola donun.
- Şaka mı??? Orası uçurum be. Atları bırak, biz yürüyerek inemeyiz çok dik.
- Atlar gider, siz düşmeyin. Dehhhh.

Diyor ve atımın kıçına vuruyor. At çok isteksizce sola dönüp ilerliyor ama inişe geçmeye yanaşmıyor. Atın yularına asılıp doğru yola sokuyorum, karnına önce hafifçe sonra hızlıca ayağımla vuruyorum. Ihh hareket yok. Rehberimizin ata birkaç kere daha vurması gerekiyor. İnişe başlıyoruz.

Aşağıya kısacık bakmak bile insanin başını döndürmeye yetiyor, nehire inen yol ancak bir atın geçebileceği kadar ve el büyüklüğünde taşlarla dolu. Atlarımız her adım attığında birkaç taşı hareket ettiriyor, kenarlardaki taşlar kayıp nehre doğru yuvarlanmaya başlıyor. Dördümüzün birbirinden fazla uzaklaşmadan at sürmesi gerekiyor, çünkü birimiz geride kalırsa yuvarladığı taşlar diğerleri için tehlikeli oluyor. Yol devamlı zigzag yaparak iniyor, dönüş anlarında atım yürümeyi durdurup yavaşça olduğu yerde 180 derece dönüp yola devam ediyor. İnsanların bile yürümekte zorluk çektiği bu dik ve kötü yolda atımın sabırlı, ağır ama kendinden emin inişi beni etkiliyor. Lesoto'nun dik dağ geçitlerine uyum sağlamış bu at Lesoto Midillisi olarak biliniyor, diğer atlara göre biraz kısa boylu , kalın bacaklı dayanıklı bir tür. 350 metrelik bu inişi zigzag yapa yapa 45 dakikada tamamlayabiliyoruz, nehrin kenarında durup atların su içmesini bekliyoruz. Attan inip biraz yürüyorum, ayaklarım uyuşmuş artık ata binmekten mi yoksa gerilmekten mi bilemiyorum. Sonra yine atlarla nehri geçiyoruz, kendimi kovboy filmlerinde oynarken hayal ediyorum ama dekor Afrika. Nehri geçince bu kez aynı diklikteki tepeyi çıkmaya başlıyoruz. Atlar inmekten çok, çıkarken rahatlar.

KÖY ve EVLER

Bütün gün boyunca yol alıyoruz, akşama doğru geceleyeceğimiz köye varıyoruz. Köy dik bir yamaçtaki tek düzlüğe kurulmuş 10-15 çamur-saman kulübeden oluşuyor. Atları kalacağımız kulübeye bağlayıp bu kez yürüyerek çağlayana doğru yola devam ediyoruz. Bütün bir gün ata bindikten sonra o kadar yorgunum ki sanki bacaklarım yok. Bir saat kadar çalılıklar arasında ilerliyoruz, sonra nehrin yatağına inip kayalarda zıplayarak yürüyoruz. Sonunda görmek için bu kadar yol geldiğimiz Ribaneng çağlayanı karşımızda... Biraz oturup dinlenmek istiyoruz, ama havanın kararmasına bir saatten az kaldığını farkına varıyoruz. Karanlıkta aynı yolu dönmenin kolay olmayacağını bildiğimiz için acele acele birkaç fotoğraf çekip hızlıca yola çıkıyoruz.

Köyde evler daire şeklinde penceresiz, çamur ve samandan yapılmış, 8-10 metrekarelik kulübeler. Bütün aile burada yatıp kalkıyor. Tipik bir aile anneler (poligami var), baba ve 6-7 çocuktan oluşuyor. Evlerde hemen hiç eşya yok, geceleyin herkes bir battaniye alıp olduğu yere kıvrılıyor; yatak yok. Evlerin ortasında bir ocak var. Burada yemek yaptıklarında içeride göz gözü görmüyor, havalandırmanın tek yolu kapıyı açmak, çünkü baca yok. Aynı ocakları gece ısınmak için yakıp öyle yatıyorlar, artık kaç tanesi geceleyin gaz zehirlenmesinden mevta oluyor bilmiyorum. Köylülerin ana yemeği "pap" adını verdikleri bir çeşit mısır ekmeği. Mısır ununa biraz, su, süt ve (varsa) yağ katıp yapıyorlar. Sonra bunu kahvaltı ve akşam yemeğinde yiyorlar. Bizim kaldığımız köyün civarında mısır dışında ekili sebze-meyve göremedik, varsa yoksa mısır! Sadece mısır ile beslenen bir nesil ne kadar sağlıklı olabilir?

Kalacağımız köyün etrafı tamamen dağlık ve dağlar gün ışığını erken kesiyor. Hava saat altıda tamamen kararıyor. Bizde diğer köylüler gibi yer ocağında yiyecek bir şeyler hazırlıyoruz, rehberimiz bize bu konuda yardımcı oluyor. Onun kalacağı kulübede ne yatak ne battaniye var. Kuru bir oda, " gece üşümez misin?" diyorum. Rehber: " Hani ata zarar gelmesin diye eğer ile sırtı arasına bir keçe koyuyoruz ya. İşte o çok sıcak tutar, birazdan atın üzerinden alırım" diyor. İyice yorulmuşuz, uyku tulumlarımızı açıp yayıyoruz. Köyde hemen herkes yatmış, uykudaki insanların sesleri dışında hiç ses yok. Saate bakıyorum henüz yedi buçuk. Eh, çok geç olmuş, yatıyoruz.

GERİ DÖNÜŞ

Sabah altı gibi kalkıyoruz. Gece soğuk geçmiş, toprak donmuş durumda. Geldiğimizden farklı bir yoldan Malealea'ya dönüyoruz, bu yol en büyüğü 30 evden oluşan bir çok küçük köyün içinden geçiyor. Yine uçurumlardan inip çıkıyoruz ama bu kez alışmışız, fazla gerilmiyorum. Yalnız iki gün boyunca ata binmek hiç kolay değil, artık her tarafım sızlıyor. Akşam üzeri kalacağımız yere varıyoruz. Geceleyin Malealea yakınında köydeki gençlerin teneke yağ kutularından yaptıkları ilginç aletler ile çaldıkları şarkıları dinliyoruz. Yemeğimizi yedikten sonra koşarak yatağıma uçuyorum, sadece kafamın yastığa değdiğini hatırlıyorum.

Lesoto : Afrika'nin En Yuksek Ulkesi

Daha önce iki saatliğine bir kere ata binmiştim, her tarafım tutulmuştu. Şimdiyse Lesoto'nun ücra bir kesiminde bulunan bir çağlayanı görmek için at sırtındayım, yola çıkalı iki saat kadar oldu, nazik yerlerim acımaya başladı bile! Üstelik bu yolculuk iki gün sürecek." Türk milleti çabuk unutur" diyenler doğru olabilir mi acaba? Neyse bunları bırakıp Lesoto'yu anlatayım biraz.

Lesoto her taraftan Güney Afrika ile çevrili olan, dağlık (en alçak yeri denizden 1600m yukarıda), kendi halinde bir krallık. Nüfusu 2.1 milyon ve ürettikleri pek bir şey yok, işşizlik %50' lerde, en önemli iki gelir kaynakları: Güney Afrika'ya çalışma gönderdikleri işçiler ve doğa turizmi. Lesoto'nun doğal güzelliklerini dergilerde birkaç kez okumuştum. Uygun bir zaman geldiğinde görmek istiyordum, sonunda Mayıs ayinin ortalarına doğru kendimi Lesoto büyükelçiliği kapısında buldum. Elli dolar karşılığında vizemi ayni gün içinde aldım.

BAŞKENT MASERU

Güney Afrika sınırında görevli pasaportumuza dahi bakmadan geç işareti yapıyor, Lesoto gümrüğünde de görevliler hemen işlemlerimizi bitiriyor Lesoto'nun en kalabalık şehri ve başkenti Maseru'ya dalıyoruz. Yolun her iki tarafında bir sürü seyyar satıcı gelen araba ve minibüslere aklınıza ne gelirse satmaya çalışıyor. Kalabalıktan zorlukla sıyrılıp şehir merkezine doğru sürüyoruz. Eskiden Güney Afrika'dan buraya otobüs seferleri varmış, şimdilerde sadece minibüsler geliyor ama kısa mesafelerden değil. Örneğin Johannesburg (450 km)' tan buraya her an minibüs bulmak mümkün çünkü oradaki madenlerde yaklaşık 60,000 Lesoto'lu çalışıyor. Madenlerde para ödeme günleri her ayın son Cuma sabahı. Parayı alan gurbetçi madencilerin ilk yaptıkları Maseru'ya bir minibüse atlayıp, sonra paraları bitene kadar içmek onun için biz yola çıkmadan önce Maseru'yu bilenler " ayın son Cuma"sı dışında ne zaman isterseniz gidebileceğiniz bir yer olarak tanımladılar. Perşembe günü girdiğimiz şehir büyükçe bir kasaba görünümünde. Sokaklarda takım elbiseli, tişörtlü ve battaniyeli bir kalabalık var. Lesotolular bildiğimiz battaniyeyi günlük bir giysi olarak kullanıyorlar. Ülkeye ilk battaniye 1860'ta İngilizler tarafından getirilmiş, o zamana kadar hayvan derisinden giysiler kullanılıyormuş. Battaniye Lesoto'ya girdikten sonra halk çok çabuk benimsemiş, bugünde hemen herkes battaniyeyi günlük giysi olarak kullanıyor. Eski bir Lesoto sözü " Battaniyesi ve çakısı olan tek başına yaşayabilir, çünkü asla aç kalmaz ve üşümez" diyor ki, bir çok Lesotolu bugünde bu söze göre yaşıyor. Battaniye işinden en çok kim mi kar ediyor, benim gördüğüm kadarıyla Uşaklılar! Bundan 10 sene kadar önce Güney Afrika'ya gelip iş kurmuş Uşak merkezli bir sürü küçük dokuma firması bölgede faaliyette, mağazalarda rafları İstanbul, Bodrum, Gül markalı battaniyeler süslüyor. Sokakta battaniyeden sonra en fazla rastlanan giysi ise tulum ve altına lastik çizme. Sanki herkes sözleşmiş gibi mavi yada turuncu tulumlarla ortalıkta, çizmeler ise illaki siyah.

Maseru'dan ayrılıp iki saat uzaklıkta kalacağımız yere, Malealea Lodge'a doğru yola çıkıyoruz. Yol fena değil ama çok virajlı, arada polis barikatları var. Bir barikattaki polisler servislerinin gelmediğini bizi köylerine bırakıp bırakamayacağımız soruyorlar, onları da alıp devam ediyoruz. Yolda bize biraz Lesoto'yu anlatıyorlar, ikisi de burada yasamaktan şikayetçi; "ülkemizde sadece dağlar ve toz var, Türkiye neresi , oraya nasıl yerleşiriz" diyorlar. Türkiye'nin nerede olduğunu bile bilmeden yerleşmek istemelerini saflıklarına yada buradaki yaşamdan çok sıkılmış olmalarına veriyoruz.

Lagos'a Gideceklere

LAGOS'TA HAYATTAN BİR KESİT

İşyerimizin olduğu bina Viktorya adasının en gözalıcı ve en çağdaş binası. Çevredeki binalara tepeden bakan yüksek ve bütün yüzü ayna gibi parlayan cam kaplı bir iş merkezi.

Lagos'ta 10 kilometrelik bir mesafeden trafikte üç saat boğuşup tam sıcak ve nemden boğulacak bir halde işyerinden içeri adım attığınızda bir an kendinizi başka bir ülkede sanıyorsunuz. Dışarıda hayat ne kadar karışık ve zorsa içeride herşey o kadar düzenli ve kolay görünüyor: ama merak etmeyin bu his çabuk geçiyor. Lagos'ta günde 8-10 saat elektrik kesintisi Tanrı'nın emri, olmazsa olmaz. Bazen elektrik kesintilerinin bir kaç gün sürdüğü de oluyor, işte o zaman binanın jeneratörü iflas ediyor. İşyerinde bilgisayarlar elektrik olmayınca kesintisiz güç kaynaklarıyla 6 saat daha çalışabiliyor ama havalandırma hemen duruyor. Havalandırma durunca ilk bir iki saat çalışmaya çalışan ve beceremeyen ter içindeki insanların çaresizliğine tanık oluyorsunuz. Sonraki 3-4 saatte sadece ter içinde sohbet eden ve çalışır gibi gözükmeye dahi uğraşmayan insanların giderek artan Afrikalılara özgü neşesi sizi de sarıyor. Sıcağı takmıyorsunuz. Tabii bir de yağmurlu mevsimde iseniz ve dışarıda yağmur yağıyorsa ohh değmeyin keyfinize.

Yağmur yağdığında hiç bizim Turkiyedekine benzemiyor gerçekten de gök deliniyor,. Lagos gibi altyapısı olmayan bir şehirde her yeri su basıyor. Trafik iyice duruyor, delirtici bir hal alıyor. Elektrik kesintileri artıyor. Kaldığınız yer kullanım suyunu artezyen kuyusundan çektiği için yağmurların yağışına göre suyun renginde mevsimsel değişiklikler olabiliyor. Yağmurlarla birlikte kaldığım otelde suyun rengi kahverengi/kırmızı bir ton aldı, yıkanınca temizlenmek bir yana kirlendiğimi hissediyordum ama yapacak bir şey yok.

İşyerimizin olduğu caddenin iki kenarında lağım kanalları var. Bulunduğumuz yer iyi bir semt olduğu için kanalların üzerine ızgaralar koymuşlar ama bu kokuyu kapatmıyor. Diğer semtlerde sokakta yürürken lağım kanallarının içindekileri istemediğiniz kadar çok görmek zorunda kalıyorsunuz. Bir sure sonra alışıyor takmıyorsunuz. Hatta sokakta arkadaşı ile oturmuş sohbet ederken bir taraftan hacet görüp doğrudan kanala gönderen vatandaşlar bile normal gelmeye başlıyor. Ama yağmur mevsimi farklı. Yağmur yağınca lağım kanallarında bulunan "şey"ler caddede yüzmeye başlıyor. Cadde zaten kirli buna bir de "şey"leri ekleyin. Akşam olunca binamızdaki işyerlerinden çıkan takım elbiseli tayyörlü kalabalık sanki dünyanın en doğal işini yaparmış gibi ayakkabı ve çoraplarını çıkarıp, paçalarını dize kadar sıvayıp kirli suyun içine dalıyorlar. Yağmurdan sonra tamamıyla durmuş trafikte sinirlenen ve yol açmak için araçlarından çıkan şoförlerin uzağından geçmeye çalışarak araçlarına doğru yürüyorlar. Bütün bu resmi, işten çıkanlara satış yapma umudu ile binanın önünde açık havada hangi hayvanın olduğunu anlamadığım şekilsiz et parçalarını mangal yapan dizine kadar su içindeki seyyar satıcıların bağırtıları ve mangallarından çıkan dumanlar tamamlıyor. Tek yapmam gereken beklemek, bir kaç saat içinde sokaktaki bu geçici delilik geçecek. Yol açılacak. Otelimin (renkli su dışında) dışarıdan izole dünyasına döneceğim. Ve herşey sabaha yeniden başlayacak.

LAGOS'A GIDECEKLERE

Lagos dünyanın en tehlikeli şehirlerinden biri bu nedenden dolayı hiç kimsenin turist olarak gideceğini zannetmiyorum. İş için gideceklere bir kaç pratik bilgi vermek istiyorum. İlk önce kuralları koyalım:

Kural 1: Nijerya'da sizden bahşiş, rüşvet, yardım, yemek parası, bira parası adı altında birileri sık sık para isteyecek. Hiçbir şey vermemek işinizi geciktirebilir, piyasa genelinden fazla vermek bu istekleri tekrarlatabilir.
Kural 2: Bekleyeceksiniz. Nijerya'da herşey daha yavaş, sinirlenmeyin. Size hiçbir faydası olmaz. Sabredin, geçecek.
Kural 3: Nijerya sahtekarların cennetidir. Dikkatli olun, her şeyi güvendiğiniz birkaç kişiye birden onaylattırın.
Kural 4: Dikkatli olun ama abartmayın. Burada uzun yıllar kalıp başına hiçbir şey gelmeyen birçok kişi var.

Havaalanına indiğinizde gümrük görevlileri size pasaportunuz sahte, vizeniz geçersiz ya da fotoğrafınız eski der ve bir kenara çekerlerse sizden iyi bir para koparmadan bırakmazlar. Bunu önlemek için sizi almaya tercihen Nijerya'da iş yapacağınız şirketten birinin gelmesi önemli. Eğer kimse sizi karşılamazsa ve başınıza böyle durum gelirse yanınızda Türk Büyükelçiliğinin telefon numarası olsun, işe yarıyor. Havaalanından çıkmadan pasaporttaki damgaya dikkat edin, bazen basmıyorlar. Çıkışta size 20-30 dolara mal olur. Havaalanında bavul taşıyıcılardan yararlanın, onların tanıdığı taksiler havaalanında uzun sure iş yapanlardır. Bazı fırsat taksiler gibi sizi ıssız bir yere götürüp soymaya çalışmazlar.

Ülke içinde seyahat edecekseniz, arabayı kendiniz kullanmayın. Yereller hem yolları bilir ( trafik işaretleri çalındığı için sizin yolu bulmanız çok daha zor olacaktır) hem de kaza olursa linç edilme şansınız düşer ama ortadan kalkmaz. Şoförünüzü iyi seçin. Şehirlerarası yollarda gece yolculuk yapmayın. Soyulma riski yüksek. Gündüzleri yolculuk ederken polis kontrol noktalarında abuk subuk nedenlerle sizi alıkoymak isteyenlerin tüm derdi aslında sizden koparacakları 25-50 kuruştur. Onlar işi uzatmadan daha konuşmanın başında bunu verip yola devam edebilirsiniz. Bir de üstüne polisten "Tanrı sizi kutsasın" duası alırsınız, fena mı?

Otelinize gelip ben polisim deyip belgelerinizi kontrol etmek isteyen herkese inanmayın. Resepsiyondan en az iki kişiye onaylatın. Çünkü kendine polis diyen kişi sahtekar olabilir ve belgeleriniz aldıktan sonra geri vermek için fahiş paralar isteyebilir.

Yılda en az 3-4 kez olan genel grevlerde sokağa çıkmamaya çalışın, çıkmak zorundaysanız üzerinizde işi çağrıştıran giysiler olmasın (gömlek, kravat vs.), arabanızın camları boşuna kırılmasın.

Arabanız bozulursa siz durmayın, bırakın şoför ilgilensin. Başka bir araçla hemen yolunuza devam edin. Unutmayın siyahlar için beyaz biri olarak alnınızda "bu adamda çok para var " yazmakta. Alnınızdaki yazıyı okuyup tahsilata gelenler olacaktır, beklemeyin.

İyi yolculuklar...

Nijerya'da Yuruyen Pazar ve Hasan Sas

16. yüzyıla ait Afrika haritalarına bir şekilde rastlarsanız, gözleriniz kıtanın içlerine doğru kayar. Çünkü haritalarda kıtanın içleri tamamıyla boştur, oralara gidip geri gelebilen hiçbir beyaz olmadığı için harita çıkarılamamıştır henüz.

Kıyılarda ise sadece, beyazlara açık bir kaç liman ve ufak ticaret kolonisini görürsünüz. Bu limanlara çoğu zaman limandan taşınan malların isimleri verilmiştir. Örneğin Níjer Deltası'nın eski ismi Palmiye Yağı Sahili, Gana`nın eski ismi Altın Sahili imiş. Uzun sure seyahat ettiğim Lagos ve çevresinin eski adı ise Köle Kıyısı'dır.

KÖLE TİCARETİ

Afrika, Avrupa'nın uzun sure boyunca fildişi, palmiye yağı ve altın ihtiyacını karşılamış. Avrupalılar getirdikleri süs eşyaları, bakır teller ve barut karşılığında fildişi ve palmiye yağı satın almışlar. Altın almak için ise daha dolambaçlı bir yol izlemek zorunda kalmışlar; getirdikleri malları ilk önce Köle Kıyısı'na (bugünkü Lagos ve kuzeyi) getirip burada Afrika'lı tüccarlardan köle satın almışlar. Aldıkları köleleri Altın Kıyısı'nda (bugünkü Gana) zengin Afrika'lılara altın karşılığı satmışlar. Bu ticaretin çalışabilmesi için köle ticaretinin altyapısının hazırlanması gerekmemiş ; zaten yüzyıllardır Afrika'da kölelik günlük yaşamın bir parçası olarak sürüyormuş. Bazı tahminlere göre çok eski tarihlerden beri Afrika'lıların 30%'u ile %60'i köle olarak yaşamışlar. Kölelik, Afrika sosyal yapısında yeri olan bir kurummuş, yeteri kadar ürün alamayan ve dolayısıyla aç kalan bir köylü elindeki tek şeyi; özgürlüğünü satarak hayatta kalmayı başarabiliyormuş. Bunun yanında çok çocuklu ailelerde büyük erkek çocuklardan biri evlenmek isterse ve gerekli başlık parası yoksa kardeşlerinden birini ya da birkaçını köle olarak zenginlere rehin verebiliyormuş. Borcunu ödeyebilirse kardeşini geri alabiliyormuş, yoksa kardeşi köle olarak kalıyormuş. Bunun yanında günlük işlerde çalıştırmak için köle kaçıran kabilelerde her zaman var olmuş. Örneğin Nijerya'lı Igbo'ların komşu kabilelere sadece köle almak için saldırdıkları da oluyormuş. ihtiyaçlarından fazla köleleri olduğunda bunları pazarda satmaları da normal bir durummuş. 11.yüzyıldan kalma kayıtlar 1000'den fazla kölesi olan ve bunun ticaretini yapan Afrika'lılardan bahsediyor. Bu ticaret günümüze kadar sürmüş; Orta Afrika ülkelerinden Nijer köleliği 2003 yılında kaldırdığında ülkede en az 6000 köle olduğu sanılıyordu.

Avrupalıkların köle ticaretiyle ilgileri ilk başlarda çok sınırlı olmuş. Kayıtlara göre 1441-1600 arasında yılda 2500 Afrika'lı köle olarak taşınmış. Amerika'nın kolonileştirilmesi ve Avrupa'nın dizginlenemeyen şeker ihtiyacı 1600'lardan sonra köle ticaretinin çok büyümesine yol açmış. 1600-1870 yılları arasında 8.5 ila 13 milyon arası Afrika'lının köle olarak Amerika kıtasına gönderildiği sanılıyor. Köle ticaretinin bu kadar büyük rakamlara çıkması Afrika'da sosyal yapının bozulmasına ve nüfusun düşük kalmasına yol açmış. Köle ticaretinin eskiden ana merkezlerinden olan Lagos ve hemen yakındaki Bagadry şehirlerinde köle pazarları bugün müze olarak korunuyor. İngilizler 1807 yılında köleliği yasaklamışlar. Lagos halkı da İngilizlerin bölgeye yerleştiği 1820 sonrası köle ticaretinden kurtulmuş. Şehir İngilizlerin Bati Afrika'daki ticaret üssü haline gelmiş. Bugün eski geleneklere göre Lagos'a isim versem ona Ticaret Kıyısı derdim.

YÜRÜYEN PAZAR

16 milyonluk Lagos'un yolları aslında 500binlik bir nüfus için planlanmış. Trafiğe yakalanma olasılığınız neredeyse 100%. Nijeryalılar trafik sıkışıklığına bir de isim takmışlar: "yavaş giden". Bugün Viktorya adasından yola çıkıp depomuzun olduğu Ikorodu bölgesine gidiyoruz. Adayı ana karaya bağlayan köprüde trafik sabahın altısından akşamın sekizine kadar tıkalı. Bu sıkışıklık satıcılar için yeni bir fırsat yaratmış: trafikte bekleyenlere yönelik "Yürüyen Pazar". Trafik iyice yavaşlayıp sonunda duruyor. Nijerya gazetelerini ve birkaç aylık eski dışarıda basılmış haber dergilerini zorlukla taşıyan çocuk, arabada beni görünce koşturup cama Newsweek'i dayıyor. Gazetelerini de kaputa koyuyor. Trafik biraz açılır gibi oluyor. Ne kadar ilgilenmediğimi söylesem boşuna, illa ki bana eski dergilerden birini satmaya uğraşıyor. Görünen o ki yükün altında yorulan gazeteci, yükünü biraz bize taşıtacak. Kaputta gazeteler, camda dergi, yanımızda satıcı yavaş yavaş ilerliyoruz. Yandaki arabalardan biri gazete istiyor, bizimkisi hemen veriyor. Üzerinde sadece şort bulunan kısa boylu bir diğer satıcı kafasının üzerinde dengelediği kıymalı börek tepsisine dikkat ederek koşturuyor. Kucağında taşıdığı ekmeklerden önünü göremeyen yaşlıca biri yan yürüyerek alıcı arıyor. Bir kolu omzundan itibaren olmayan kör bir özürlü ufak bir çocuğun elinden tutmuş, dileniyor. Çocuk beni görünce adamı hızla çekiştirip arabanın sol yanına geliyor. Para istiyor. Gazeteci çocuk yeterince dinlenmiş olmalı ki, gazete ve dergilerini kaputtan alıp arkamıza doğru yürümeye başlıyor. Dilenci bir kaç dakika sonra benden para çıkmayacağını anlayıp başka arabalara seğirtiyor. Sakız ve bisküvi satıcıları kümelenmişler, 6-7 si ayni yerde. Malları az ama hepsinin sattıkları markalar ayrı, arada Saray ( Karaman'dan) bisküvileri dikkatimi çekiyor. Toz almak için birbirine sıkı sıkı tutturulmuş tüyler satan iki kişide ard arda yanımızdan geçiyorlar. Sonra elinde yam (bir çeşit çok büyük patates) torbaları olan bir kadın küçük bebeği sırtında olduğu halde arabaların arasından bize doğru ilerliyor. Bebeğine beyaz adamı (beni) gösteriyor. Bebek ağlamaya başlıyor. Şoför atlıyor "bizde çocukları seni beyaz yamyamlara veririm diye korkuturlar, ağlaması ondan herhalde" diyor. Birkaç dakika durmadan hareket ediyoruz, tam yol açıldı derken yeniden duruyoruz. Arka tekerlekleri havada ön kısmı büyük bir su birikintisine gömülmüş olan minibüs trafiği tıkıyor. Yağmur suları yoldaki büyük delikleri doldurmuş, minibüslerden biri deliği sığ sanarak geçmeye çalışmış, o kadar. Yolcuların bir kısmı minibüsü çukurdan çekmeye çalışıyor, diğerleri bekliyor. Tam o sırada diğerlerinden farklı bir satıcı yavaş yavaş arabamıza doğru geliyor. Bir elinde fare kapanları, diğer elinde fare zehirleri var. Onu diğerlerinden ayıran özelliği, sattığı malların çalıştığını da göstermesi; boynuna ipe dizdiği ölü fareleri asmış. Minibüsün yanındaki kalabalığı görünce boynundaki fareleri eline alıp sallamaya ve bir yandan da fare zahirinin ne kadar güçlü olduğunu bağırmaya başlıyor. Kimse etkilenmişe benzemiyor. Ayrana benzeyen tatlı bir yoğurt içeceği satan adam, yanımızdan geçen arabadan kaçmak için kendini bizim arabanın önüne atıyor. Bizim şoför kızıyor, atışıyorlar. Trafik açılıyor, yürüyen pazarın canlı reyonları arasından bir şey satın alamayacak kadar hızla geçiyoruz.


HASAN ŞAŞ

Paşabahçe...Nereye gitsem karşıma çıkan iki Türk Markasından biri (diğeri Ülker). Şimdiye kadar gördüğüm 60 kadar ülkede Paşabahçe ile karşılaşmadığım hiç olmadı. Ama Lagos'ta trafikte bunalmış yolun açılmasını beklerken yoldaki yüzlerce satıcıdan biri burnuma Paşabahçe bardak takımını dayayınca şaşırdım.
- Arkadaşım bardak ister misin?
- İhtiyacım yok.
- Ama bunlar iyi,hem İtalyan bak.
- Ne İtalyanı? Bunlar benim ülkemden, Türk malı.
- Türkiye'den misin?
- Evet?
- Sizin takımı Dünya Kupasında seyrettim. Sonra Galatasaray, Hasan Şaş. Okocha'yı bilir misin?
------

Nijerya halkı yediden yetmişe futbol tutkunu. Sokakta biriyle konuşmak isterseniz futboldan söz açın hemen ortak bir nokta bulursunuz. Nijerya'lılar Türkiye'nin yerini bilmeyebilir ama Türkiye'den üç ismi çok iyi biliyorlar; Galatasaray, Türk Milli Takımı, Hasan Şaş. Diğerlerini geçelim bir kalem. Hadi Galatasaray'ın ve Türk Milli takımının tanınmasını anladım (ki bir Fenerbahçe'li olarak GS' yi kıskandım), Hasan Şaş'ı neden ve nasıl tanıyorlar, ben çözemedim. Hatta bir kaç yerde arkasında Hasan Şaş yazan formaların satıldığını gördüm.

Nijerya: tarihi, insanlari ve genel durumu

Geçen yazımda biraz Lagos'u anlatmıştım. Sonra baktım ki Nijerya'yı anlatmadan Lagos'u tam anlamanın imkanı yok. Onun için bu kez Nijerya'yı genel olarak anlatacağım, Lagos'a gelecek yazımda geri döneceğim. İlk önce Nijerya'nın "en"'lerinden başlayalım;

Afrika'nın en nüfuslu ülkesi (nüfus tahminleri 120 ila 133 milyon arası)
Afrika'nın en büyük ikinci ekonomisi (Burada başa Güney Afrika ile güreşiyor)
Afrika'nın BM'ye en fazla asker veren ülkesi (Bosna, Kosova, Ruanda, Togo, Liberya vb yerlerde halen Nijerya ordusu görev yapıyor).
Afrika'nın en tehlikeli şehri Lagos'un sahibi
Dünya'nın en büyük siyah -ırk- demokrasisi
Dünya'nın en büyük altıncı petrol üreticisi
Dünya'da yolsuzluğun en fazla yapıldığı ülke (BM kayıtlarına göre Bangladeş'le birlikte)
Dünya'nın en mutlu insanlarının ülkesi (Bütün olumsuzluklara rağmen Nijeryalılar kendilerini mutlu sayıyorlar, yine BM kayıtlarına göre)
Afrika'nın en kabile/dil karışımı en yüksek ülkesi (250'den fazla kabile, lehçeleri ile birlikte 600'lere varan dil sayısı)
Afrika'nın ikinci en büyük orta sınıfına sahip ülkesi ( Güney Afrika dan sonra)
Afrika'nın ikinci en büyük eğitilmiş işgücüne sahip ülkesi (tahmin edin hangi ülkeden sonra? Size ipucu: Güney ile başlıyor)
Afrika'daki en yüksek ikinci Müslüman nüfusuna sahip (Mısır'dan sonra)
Afrika'daki en yüksek Hıristiyan nüfusuna sahip (Etiyopya'dan sonra)
Afrika'da içtiğim en garip çorbanın (kurutulmuş balık-tavuk ciğeri-dana eti-kassava karışımı) anavatanı (evet, şahsi bir "en " )
.....................................

Nijerya'nın sıfatları uzayıp gidiyor. Başka bir sıfatını daha eklemeden geçmeyeyim: Afrika'nın -siyah- abisi. Nijerya büyük nüfusunun ve bunun yarattığı genişçe ekonomisinin verdiği güçle "Afrika'nın abisi" rolüne Güney Afrika ile birlikte soyunmuş durumda ama iç sorunları sebebiyle tam ağabeylik yapabildiğini söylemek zor. Yine de son beş senedir Afrika'daki barış girişimleriyle Nijerya adı birlikte anılmaya başlamış durumda. Şimdi Afrika'nın bu önemli ülkesine biraz daha yakından bakalım.

İNSANLAR-DİLLER

Ülkede 250'den fazla etnik grup yasıyor. Bu grupların içinde Hausa ( Kuzey Nijerya), Yoruba (Bati, Güneybatı Nijerya), Igbo (Güneydoğu Nijerya), Fulani (Orta, Kuzey Nijerya) çoğunluğu oluşturuyor. Geri kalan kabileler içinde Efik (Orta, Güneydoğu Nijerya ) ve Ijaw (Güneydoğu Nijerya) adından söz ettirenlerinden. Parantez içinde verdiğim bölgeler bu kabilelerin geleneksel olarak yaşadıkları bölgeler. Zaman içinde ticaret, seyahat ve diğer amaçlarla yer değiştiren kabileler özellikle şehirlerde karışık olarak yaşıyorlar. Ama bu birbirlerini sevdikleri anlamına gelmiyor; Nijerya gazetelerinde sık sık kabileler arası çatışma haberlerine rastlamak mümkün. Çatışmalar son yıllarda din ve etnik köken ekseninde çıkıyor. Müslümanlar ülkenin kuzeyinde Hıristiyanlar ise güneyinde çoğunlukta. Müslümanlık kuzeyde yayılmasını, sahra çölünü aşarak gelen ticaret ve köle kervanlarının etkisine borçlu. Güney Nijerya'da Hristiyanlik İngilizlerin gelmesi ile yayılmaya başlamış. O zamana kadar güneydeki kabileler animist (doğaya tapan) olarak, toprağa bağlı bir yaşam sürmüşler. Nijerya'nın sosyal yapısı 19.yüzyılın ikinci yarısında bölgeye İngilizlerin gelmesi ile değişmeye başlamış. İngilizlerin bölgedeki etkileri kıtanın içerilerine yol olmaması nedeniyle uzun sure kıyılarla sınırlı kalmış. Misyonerler bu bölgeye Hıristiyanlık ve eğitim getirmişler. Özellikle Igbo kabilesi eğitim konusunda çok istekli davranmış ve kısa zamanda İngilizlerin yönetimde imtiyazlı ortakları arasında girmişler. Kuzeyde ise misyonerler pek kabul görmemiş. Bunun sonucunda Kuzey Nijerya Müslüman ve eğitimsiz, Güney Nijerya Hıristiyan ve (görece) eğitimli bir topluma sahip olmuş. Bu fark halen devam ediyor; ülkenin kuzeyi daha geri kalmış, güneyi daha refah bir durumda.

BİRAZ TARİH

Nijerya kıyılarında ilk beyaz adamlar Portekizli gemicilermiş. Burayı 15. yüzyıl sonlarından itibaren erzak tedariki için kullanmışlar. Daha sonra palmiye yağı, fıstık ve köle ticareti önem kazanmış. Portekiz'in denizlerdeki etkisi giderek azalmış. İngilizler ilk defa 1850'lerde ülkeye yerleşmek için girmişler ve ülkedeki yerel liderleri zorla yada ikna ederek kendilerine bağlamışlar. Bağımsızlık dalgası Afrika'yı sarıp çıkan isyanlarla baş edemeyen İngilizler 1960'ta ülkeye bağımsızlığını verip ayrılmışlar. Bağımsızlığını kazanan Nijerya, kendini yönetmek için hazır olmadığını kısa zamanda görmüş. Karışıklıklar çıkmış, ekonomi kötüleşmeye başlamış. 1967'de çıkan iç savaşta ülke ikiye ayrılmış, yeni kurulan devletin adi: Biafra. 1970'de iki milyon kişi iç savaşta öldükten sonra Nijerya ordusu Biafra'nın tamamına hakim olup yeniden Nijerya topraklarına katmış. 1967-1999 arasında tam 7 askeri ihtilal olmuş. Nijerya iç karışıklıklar, dinsel çatışmalar, büyük yolsuzluklar arasında bağımsızlığının 45.inci yılına birçokları için şaşırtıcı bir şekilde; halen tek parça olarak girdi.

KABİLE VE ULUS

Ülkenin nüfusunun 120 ila 133 milyon arası olduğu tahmin ediliyor demiştim. Tahmin çünkü en son nüfus sayımı 1991'de yapılmış. Bu sayımı birçok kabile sayılarının rakip kabilelerden az çıkacağı korkusuyla boykot etmiş. O tarihten beri acaba ne zaman sayım yapsak, sayımda etnik köken ve din sorsak mı tartışmaları hız kesmeden sürüyor. Bazı kabileler eğer din ve etnik köken sorulursa 2005'in sonlarına doğru yapılması gereken nüfus sayımını da boykot edeceklerini bu yılbaşında açıkladılar. Bakalım ne olacak?

Kabilelerin birbirinden korkması boşuna değil son beş senede kabileler arası çatışmalarda on binden fazla insan öldü. Hükümet bu çatışmaları durdurmak için çok hızlı ve sert biçimde önlem alıyor ama bu şimdiye kadar fazla işe yaramış gözükmüyor. Tedbirlerin işe yaramamasının sebebi, sokaktaki Nijerya'lının önem sırasına göre önce ailesi, sonra klanı, sonra köyü, sonra kabilesine bağlı olması ve onların çıkarlarını korumaya çalışması. Tipik bir Nijeryalı eğer bu çıkarların hiç biriyle çatışmıyorsa ancak o zaman diğer Nijerya'lıların haklarını korumaya çalışıyor. Henüz ulus olamayan Nijerya'lılar kabile toplumundan ulus-devlet toplumuna geçmek için çaba harcıyor ve bunun ağır sancılarını çekiyorlar.


AFRİKA'NIN PAYLAŞILMASI VE BUGÜNKÜ ETKİLERİ

Ulus olamamak bugün Afrika'nın gelişmesini olumsuz etkileyen nedenlerin başında geliyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa devletleri Afrika'yı kağıt üzerinde paylaşmadan önce kıtada 10,000 nin üzerinde kabile varmış. Bu kabileler kıtanın koşullarından dolayı diğer kabilelerle fazla karışmadan kendi bölgelerinde küçük topluluklar halinde yaşamışlar. Bu kabilelerin iyi geçindiği diğer kabileler olduğu gibi yüzyıllar boyunca devam eden düşmanlıkları da varmış. Batı dünyası Afrika'yı haritada 48 parçaya bölüp aralarında paylaşırken sadece coğrafi koşullara, liman olarak kullanılabilme özelliklerine ve hemen paraya çevrilebilir zenginliklerine (madenler, fildişi, pamuk vs) bakmış. Bölgede yaşayan kabilelere ve onların sosyal yapılarına, kiminle geçinip kiminle savaş halinde olduklarına bakmamış. Bunun sonucu olarak bazen birbirinden nefret eden kabileler aynı ülkede yer almak zorunda kalmışlar, ya da aynı kabile üç-dört ülkeye bölünmüş (örneğin Fulani'ler Nijerya, Benin, Togo ve Gana'da yaşıyorlar). Sosyal yapı darmadağın olmuş. 1960'lardaki özgürlük dalgasında Afrika ülkeleri birer birer bağımsızlıklarını almışlar. Ama ne eğitim bakımından ne de sosyal bakımdan hazır olmadıkları hemen ortaya çıkmaya başlamış. Kara kıta, ancak 1990'ların ikinci yarısında biraz yavaşlayan askeri ihtilal- iç savaş- etnik katliam çemberine bağımsızlıkla birlikte adım atmış.

AFRİKA'DA DİKTATÖR OLMAK İÇİN HIZLANDIRILMIŞ KURS

Demin anlattığım gibi tipik bir Afrika'lının dünya görüşünde diğer kabileler için iyi bir şey yapmak son sırada yer alır. Bundan dolayı son kırk senede başa gelen Afrikalı liderlerin (şimdi değişmeye başlayan) tipik yaklaşımı şaşmaz bir sırayla şöyledir;
1) Ülkeyi senden başka kimsenin yönetemeyeceğine inan, askerken ihtilal yap, başa geç, kendini omur boyu başkan seç. Unutmadan ana şart megolaman olmaktır. (Zaire'yi -Demokratik Kongo- 30 sene yöneten Joseph Désiré Mobutu, başa geçince ilk iş kendi ismini değiştirmişti , yeni ismi? Mobutu Sese Seko Koko Ngbendu Wa Za Banga , anlamı: dayanıklılığı ve devamlı kazanmak isteyen bükülmez iradesi sayesinde zaferden zafere koşan ve geçtiği yerlerde ateş bırakan güç timsali savaşçı ).
2) Orduyu arkana al, onlara iyi maaş bağla. En üst kademelere kendi kabilenden -mümkünse kendi ailenden- insanlar koy (Nijerya'yı Hausa kabilesi, Kenya'yı Kikuyu kabilesi bağımsızlıktan beri yönetiyor. Tabii onlara bağlı ya da yakın kimseler de hep iktidarda. Hausa'ların desteği olmadan secimle iktidara gelen Nijerya'lı Moshood Abiola ilk önce darbeyle devrildi ve hapsedildi. Sonra onu deviren General Abacha ölünce serbest bırakılacak zannedildi. Ancak esrarlı bir şekilde hapiste cesedi bulundu)

3) Önemli ve etkili kişileri öyle bir paraya boğ ki senin gitmeni hiç bir şekilde istemesinler. Peki bu parayı nasıl bulacaksın? Tabii ki ülkenin kaynaklarını çalarak. Zaten ülke nedir ki? Senin için önemli olan sadece sana yakın olanlar. Ülkede rüşvet vermeden yapılacak hiçbir iş kalmayana kadar uğraş ( Mobutu'nun Zaire'de kurduğu yönetim sekline Kleptokrasi -çalarak yönetim- adı verilmesi boşuna değil. Nijerya'nın eski diktatörlerinden Abacha öldüğünde İsviçre bankalarında 3 milyar doları olduğu ortaya çıktı, bu sadece izi bulunabilen miktar).

4) En ufak bir muhalefeti demir yumrukla sustur. Ses çıkaran olursa, içeri tık, as. Muhalefeti destekleyen bölgelere yatırımı durdur, üzerlerine asker gönder, topluca öldür, sustur. Herkesten kuşkulan, senin yerine geçme fikrini aklından geçirme olasılığı olan herkesi yakından takip ettir ve en ufak bir kuşkuda öldür (ve bazen düşmanlarını ye! Bkz Uganda'nın eski başkanı Idi Amin. Zimbabwe'li Mugabe bu stilin yasamakta olan bir temsilcisi, Kenya'da Dantel Arap Moi'de aynı şiddette olmasa da bu tur uygulamalara hayır demiyor).

5) Kendine batıdan destek bul onlara bir çıkar sağla ve sırtını sağlama daya ( Orta Afrika Cumhuriyeti başkanı Bokassa, halkı açlıktan olurken Fransa'dan aldığı dış borç sayesinde kendini kral ilan edip ülkenin bütçesinin yarısını taç giyme töreni için ayırmıştı ama Fransa çıkarlarını korumak için buna ses çıkarmamıştı. Mobutu Zaire'de yüz binleri rejime tehlike olabilecekleri korkusuyla öldürürken Amerikan yardımı silahları kullanıyordu. Amerikan elçiliğinin Washington'a geçtiği şifreli mesajlarda Mobutu'nun kod adı "Kongo'daki adamımız" idi).

Bütün yukarıda anlattıklarım hepsi Batılıların suçu mu? Sosyal yapının bozulmasında suçlu Avrupalı devletler, ama bağımsızlık sonrası kötü yönetimin tek sorumlusu kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen Afrika'lı liderler. Bugün Afrika bağımsızlığını kazandığı 1960'lara göre daha kötü durumda: yeni altyapı yatırımları yok, eski koloni devrinden kalanlar bakımsızlıktan yıkılacak durumda, kişi başı gelir koloni devrine göre en az 20% daha az. Halen Afrika yeraltı zenginlikleri bakımından çok zengin, kendi insanlarına çok daha iyi bir yaşam sağlayabilecek durumda. Tek şart, daha iyi yönetim. İyi yönetimin temel taşlarından biri herkese eşit davranıp kendi kabileni kayırmamaktan ibaret. Bu yola girmiş gözüken Afrika'lı devletler de var: Gana, Güney Afrika, Tanzanya gibi. Nijerya'nın şu anki başkanı Obasanjo (ve sonra yerine geçmesi muhtemel Hausa kabilesinden eski ihtilalcilerden general Babangida), yolsuzluk ve adam kayırmanın Nijerya'ya ne kadar zarar verdiğini anlamış gözüküyorlar. Obasanjo zamanında yolsuzlukla ve kabilecilik ile mücadelede az da olsa yol alındığında herkes birleşiyor. Umarım bu anlayış yayılarak tüm Afrika'yı içine alır.

Lagos ( Nijerya)

Sıcaklık en az 30 derece, arabada havalandırma yok ve camları açmam yasak. İleriye doğru bakıyorum, yoğun eksoz tabakası ancak bir kaç kilometre ötemi görmeme izin veriyor; her yer araba ve trafik kımıldayacak gibi değil.

Siren sesi diğer arabaların kornalarını bastırıyor, tamamıyla durmuş olan trafikte kendimize yol açarak ilerliyoruz. Önümüzde bize eşlik eden beyaz açık kasalı Toyota dört çekerle aramızda en fazla bir metre mesafe olmasına özen gösteriyoruz, Toyota şoförünün aynadaki terli yüzü ve arka camlardan dışarı çıkmış iki tüfek namlusu gözüküyor. Trafik hafif kıpırdıyor, Toyota birden boşluğu bulup sola dalıyor, aramıza siyah bir araba girmeye çalışıyor. Toyota'nın arka koltuğundan bir baş dışarı uzanıyor, koyu renkli üniforması alaca karanlıkta zor seçiliyor. Araya giren araca bağırıyor;

- Dur. Orada hemen dur. Heyy.

Siyah araç durmuyor, Toyota'daki üniformalı adam kapıyı hışımla açıp, kendini yola atıyor. Silahının emniyetini açıyor, gecenin karanlığında namludan ateş fışkırıyor.

- Bammmmm, bammmmmm.

DALGA MI GEÇİYOR?

İki hafta kadar önce bir bölüm toplantısına girdik sunum yapacak arkadaşlardan biri gecikince onu beklerken, patronla sohbete daldık. Bana şimdiye kadar çalıştığım en kötü yerin neresi olduğunu sordu. Bende ona 10 sene önce çalıştığım Nijerya'yı anlattım. Neyse toplantı bitti, iki saat sonra patron gelip hafif gülerek Nijerya'da yeni proje aldığımızı ve bazı sorunların olduğunu bir gidip bakmamı söylediğinde dalga geçiyor sandım, ciddi adamdır halbuki.

Okulu bitirip çalışmaya başlayalı henüz 6 ay falan olmuştu, o zamanki müdürüm telefon edip " Haftaya Nijerya`ya gitmen lazım, aşı olman lazım mı git doktora bak" dediğinde ilk iş bir harita bulup ülkenin yerine bakmıştım. 1993 yılının Haziran ayından, Ağustos ortalarına kadar bu karışık Afrika ülkesinin iç bölgelerinde montaj yapmıştık. Ülkede o sıralar seçimler olmuştu ve sonuçların hileli olduğu ileri sürülüyordu, bu yüzden yer yer halk ayaklanmaları vardı. Montaj için çalıştığımız kırsal alanda elektik kesintileri, otel yokluğu, temiz su bulunmaması bir yana en büyük sorun güvenlik idi. Yol kesip adam soyma, saldırı ve kaçırma olaylarının olağan sayıldığı bu ülkede birde seçimlere hile karıştırıldığı haberi çıkınca yerel ayaklanmalar günlük yaşamı daha da zorlaştırmıştı. On sene sonra bir kere daha Nijerya ya yola çıkmadan bir hafızamızı tazeleyelim; Nijerya 120 milyon nüfusu ile Afrika'nın en kalabalık ülkesi, dünyanın altıncı büyük petrol üreticisi ( ama ülke içinde petrol karaborsa), Birleşmiş Milletlere göre dünyada yolsuzlukta bir numara, konuşulan diller bakımından Afrika'nın en karışık ülkelerinden (250 ayrı dil ve 600 lehçe var). Benim 10 günden beri çalıştığım Lagos 16 milyon nüfusu ve sürüsüne bereket yabancı firma temsilcilikleri ile Nijerya'nın ekonomik başkenti. Lagos'ta altyapı sorunları o kadar karışık bir hal almış ki hükümet sorunları düzeltmek yerine yeni bir başkent inşa etmenin daha kolay olacağını düşünmüş ve öyle yapmış, başkent 10-15 sene önce Lagos'tan Abuja'ya taşınmış. Neyse biraz günlük hayata dalalım.

LİSELİM

Lagos'ta trafiğin içinden çıkılmaz hale gelmesi için iki aracın bir araya gelmesi yeterli, hemen yol sıkışır. Bizim şirketin şoförüne burada ehliyet sınavı nasıl oluyor dedim, anlamadı. Normal yollardan ehliyet almak uzun sürdüğü için, bir polis tanıdığına biraz para ve iki fotoyu vermiş bir hafta sonra ehliyeti gelmiş. Trafikte tamamen durmuşken sağda soldaki şoförler yan arabadaki beyaz adamı seyredip eğleniyorlardı, o beyaz adam (yani ben) etraftaki araçlara bakıp " kaç vuruğu var, hangi minibüsün kapısı hangi cins iple tutturulmuş, şu kamyonun kapısı olsa fena olmazmış, tampondaki yazı ne yahu" demekte idi. Taa ki soldaki bir aracın arkasındaki "Liselim" yazısını görene kadar????? Hemen aracı kullanan tipe baktım, bildiğiniz siyah Afrikalı bir bayan kullanmakta. Bir bayanı, hemde Afrikalı bir bayanı arabasının arkasına "Liselim" yazmaya iten sosyal, ekonomik ve ailevi durumları düşündüm. İşin içinden çıkamadım. Şoföre sordum. Ne yazdığını anlamadığını söyledi, durumu açıklayamadı. Ofise dönünce oradaki Türk arkadaşlara heyecanla "Liselim" olayını anlattım. Onlarda kendi "Canısı" ve "Fenerbahçem Şampiyon" vakalarını anlattılar, sonrada durumu aydınlattılar: Nijerya Almanya'dan kullanılmış araba ithal etmekte imiş, bizim gurbetçilerin arabaları bir şekilde buranın yolunu bulmuş, yoksa Afrika'da henüz Türk kültürünü kimse taklit etmeye çalışmıyormuş.

KARARLILIK ABİDESİ

Nijerya 1960'ta İngilizlerden bağımsızlığını kazandıktan sonra her üç-dört senede bir darbe yaşamış. O ara kim genelkurmay başkanı olursa eski cumhurbaşkanını tutuklayıp yerine geçmiş ta ki ondan sonraki genelkurmay başkanı onu tutuklayana kadar. 1995'ten sonra darbe olmamış, kendilerinin de anlamakta zorluk çektiği bir kararlılık durumuna girmişler. Herkes kendi kabilesinin adamını yönetimde görmek istediği için ve her gelende milleti göz göre göre soyduğu için çok sık ayaklanmalar çıkmakta. Benim burada geçirdiğim 10 gün boyunca Port Harcourt'ta iki kez, Kano ve Igbe bölgelerinde ise birer ayaklanma çıktı, Pazartesi genel grev var. Bütün bunların yanında kararlılık abidesi olarak duran ve hiç bozulmayan kurumlar da var; bunlardan biri benim otele çok yakın: o bir trafik lambası, 10 günden beri kırmızı yanıyor, hiç değişmiyor, kimse onu takmıyor mu yoksa o kimseyi takmıyor mu karar veremedim ama daima kırmızı, bizim araba şoförüne göre onu geçen sene boyunca hiç yeşil görmemiş. Burada bazı şeylere güvenebileceğinizi bilmek gerçekten rahatlatıcı.

FAKİR OLMAK PAHALI BE KARDEŞİM

Afrika ülkeleri genelde fakir olduğundan ucuz olmasını beklersiniz ama kesinlikle değil. Altyapı tam olmadığından evde alıştığımız standartlara yakın yaşayabilmek burada bazen çok pahalı olabiliyor; elektrik her gün 5-6 saat kesiliyor, ofiste bilgisayarlar çalışsın hemde sıcakta pişmeyelim dersen jeneratör lazım, otelde bile su kırmızı renkli aktığı için diş fırçalamak için su almanız lazım (yada ishal olmanız), sokakta tek başınıza yürümek tehlikeli çünkü beyaz olduğunuz için sizde para olacağını düşünüp gelen dilencisi, satıcısı, soyguncusu ile başa çıkmanız zor, sokakta yemek yerseniz 1 dolar falan tutuyor ama temizlik diye bir şey yok ( yine ishal olayı karşımızda), illa midem bozulmasın derseniz batılı tarzda yemek hazırlayan bir yerde yemeniz lazım onlarda pahalı. Yani fakir Afrika'da çalışmak gerçekten çok pahalı.

Burayı iş dışında ziyaret eden pek adam yok (yani aklı başındayken). Nijerya2da çalışırken en büyük önceliğiniz güvenlik oluyor, Lagos'un en güvenli bilinen bölgesi Victoria Island ; burası ana karaya 14 kilometrelik bir köprü ile bağlanmış. Birçok yabancı şirket burada, yani beyaz adam bölgesi. Bu da doğal olarak fiyatları yukarı çekmiş, hani bir gün buraya gelirseniz falan otelin geceliği 230 dolar + kahvaltı ve yemekler (üç öğünü otelde yerseniz 100 USD falan tutuyor). Bir polis memurunun 60 dolar bir şoförün 100 dolar kadar maaş aldığını düşününce bir zenci olarak canım birden beyaz soymak istedi. Yani soyulsam adamlara hak verecem, ama bizim şirket işi sağlama alıyor güvenlik olmadan adım attırmıyor. Bazen durumu abartıyorlar ama ne yapalım?

Bütün bunlara rağmen Nijerya'da iş yapılır; bir kısım insanda çok para var, ülkede birçok mal ve hizmet yok veya çok pahalı. Buraya malzeme satan Türklerle karsılaştım, çok memnunlar; kar oranları tavanı delmiş.

HAVAALANINDAN TRANSFER

- Dur. Orada hemen dur. Heyy.

Siyah araç durmuyor, Toyota'daki üniformalı adam kapıyı hışımla açıp, kendini yola atıyor. Silahının emniyetini açıyor, gecenin karanlığında namludan ateş fışkırıyor.

- Bammmmm, bammmmmm.

İki el ateş sesi. Ne yaptı bu herif?? Siyah arabanın şoförünü görmüyorum, ne oldu?? Etraftaki araçlardaki insanlar donmuş durumdalar hareketsiz bize bakıyorlar. Üniformalı adam siyah arabaya koşuyor ve hızla arabanın ön camına vuruyor. Arabanın şoförü halen gözükmüyor.

- Şimdi hemen ikile buradan, hadi.

Siyah arabadaki adam yattığı araba koltuğundan doğruluyor ve direksiyonu sağa kırıp Toyota ile aramızdan çıkıyor. Üniformalı elindeki otomatik tüfeği tek eliyle tutuyor, dişlerinin arasından ıslığa benzer bir ses çıkarıp, bizim şoförüne sertçe "gel" diye işaret ediyor. Sonrada Toyota'nın kasasına atlıyor. Telsizini ağzına oturuyor, bizim arabanın on koltuğundaki adamın telsizi hışırdıyor.

- " Hedef sağlam mi?"
- "Sorun yok, hedef iyi , devam"

Havaalanından beri benim öteki adım "hedef", iki haftalık bir iş gezisi için ne güzel bir başlangıç değil mi? Bunlar bizim şirketin misafirlerini havaalanından otele transfer için anlaştığı özel güvenlik şirketinden, otele gidince öndeki adam teşekkür ediyor , "bugün trafik çok sıkıştığı için normalden biraz daha tetiktelermiş , geçenlerde aynı yerde 6 batılı kaçırılmış birde benim için uğraşmayalım demişler, o kadar".

Bu geziden sonra Nijerya'ya en yirmi kere daha gittim. Neler gördüm, neler öğrendim: ikinci bölüm yakında.

Mozambik'te Eylul


Mozambik, Afrika'nın güneyinde uzun sahilleri, deniz ürünleri, dalış noktaları ve  otuz seneden fazla süren iç savaş sonrası demokrasiye yaptığı yumuşak geçişi ile tanınıyor.  Eskiden Arap tacirlerinin en fazla ticaret yaptıkları yerlerden biriymiş burası, öyle ki Mozambik isminin bölgedeki bir adayı üs haline getiren ve bölgedeki ticareti idare eden Musa Bin  Beg adlı tüccardan geldiği söyleniyor. Ülkede en sık konuşulan dil Portekizce ondan sonra Arap ve Afrika dillerinin bir karışımı olan Swahili. Başkent  Maputo, Mozambik'in en iyi altyapısına sahip olsa da her an yıkılacak gibi duran bakımsız binalarla ve bol çukurlu caddelerle dolu. Ülkenin ekonomisi iyi olmadığı ve her şey bir toparlanma sürecinde olduğu için çevre bakımsız, caddeler dilenci dolu. Gelmeden önce okuduğum kaynaklara göre güvenlik çok kötü değil ama ara caddelerden kaçınılması, üstte değerli şeyler taşınmaması (mesela fotoğraf makinesi gibi), karanlık olduğunda sokakta dolaşmak yerine taksiye binilmesi tavsiye ediliyor.


            Bugün şehri yürüyerek gezelim istedim. Avenida da Marginal, Maputo'nun merkezinden 20 km kadar kuzeye kumsala paralel şekilde uzanan bir cadde. Şehre doğru yürümeye bu caddenin ortasından yani havaalanı kavşağından başlıyoruz. Solumuzda deniz şehire doğru gidiyoruz, kumsalda ilk olarak karşımıza balık lokantaları çıkıyor. Biraz ileride Holiday Inn oteli sahilin 500 metresini kapamış ama önündeki  kumsal yine de herkese açık. On dakika daha yürüyoruz ve mayın patlaması sonucu sakat kalmış kimselerin ürettiği el sanatlarının olduğu bir mağazaya varıyoruz. İç savaş sırasında döşenen mayınlar bugün hala can almaya devam ediyor. Özellikle 2000 yılındaki sel felaketi sonrası mayına bağlı can kaybı artmış. Selle birlikte mayınlar yer değiştirmiş, yeni yerlerini ancak üzerine basınca anlıyorlar. Biraz daha ötede Maputo Denizcilik kulübü var; hemen deniz kenarında büyükçe bir lokanta ve ufak yat limanında elliden fazla yelkenli ve kotra dikkatimizi çekiyor. Denizde ise tek bir tekne gözükmüyor, öğlen sıcağında kimse denize açılmak istemiyor anlaşılan.

            Yat kulübünden şehre kadar yürüyüşümüzde aralara serpilmiş çay ve bira bahçeleri, balık tutanlar, banklarda tembellik edenleri geçiyoruz. Şehrin girişinde Robert Mugabe  meydanına gelmeden az önce kuzeydeki anayollar köprülerle birleşiyor. Sahilde pek Maputolu yok, tek tük turistler var. Bölgenin hırsızların favori çalışma mekanı olduğunu tecrübe ediyoruz.  Geçtiğimiz sahil yolu güvenli değil, dönüşte taksiyle dönmeli. Şehir merkezinin girişindeki Avenida 25 de Setembro’da yirmi dakika kadar ilerledikten sonra sadece cumartesileri açılan ve yerel el sanatlarının satıldığı Praça 25 de Julho  meydanında biraz soluklanıyoruz. Burası tam bir cümbüş. Satıcılar yaptıkları batikleri, sepetleri ve bazı tahta işlerini ağaçlara asmışlar, hepsi rüzgarda savruluyor, herkes size bir şeyler satmak için etrafınızda pervane. Her turist gibi vazifemizi yapıp hediyelik eşyaları çantamıza atıyoruz, fiyatlar dipte. El sanatları pazarını  terkedip caddeye dönüyoruz, iki sokak ötedeki "Mercado Central" (Merkez Pazar)’ın dış yüzü ilgimizi çekiyor, kolonyal donemde yapıldığı çok açık. Pazarın yarısı kapalı alanda . İçeride her türlü baharat, kurutulmuş balık, timsah eti, giysi, buraya özgü sebze ve meyveler satılıyor.  Mozambik'in önemli üç ihraç urunu kaşu fıstığı, karides ve peri-peri adındaki baharat. Pazarda karideslere özel bir  bölüm ayrılmış. Nasıl ayrılmasın? Çeşitte sınır yok: 1-3 santimlik bildiğimiz karidesten, 15-20 santimlik kaplan karidese kadar her boy, her cins karides Mozambik sularından çıkıyor. Özellikle 20 santimlik kaplan karidesler günlük uçuşlarla Avrupa'da lüks restoranlarda cüzdanına güvenenler için yola çıkıyor. Peri-peri, parlak kırmızı renkli, bir parmak boğumu büyüklüğünde bir acı biber cinsi. Yediğinizde dudaklarınızda keskin bir acı başlıyor, oradan yanaklarınıza , yeteri kadar yediyseniz yemek borunuza (akşam yemeğindeki durumum) ve acısı kolay kolay geçmiyor.

            Merkez pazarın arkasındaki sokak bayramlarda bizim Eminönü meydanı gibi satıcılar kaldırıma yayılmış yürüyecek yer yok ve aklınıza gelebilecek her türlü mal var: plastik ayakkabılar, çoraplar, küçük radyolar, battaniye, yardim kuruluşlarının dağıttığı ikinci el giysiler (evet gelişmiş ülkelerden yardim amacıyla toplanan kullanılmış giysiler her zaman bedava dağıtılmıyor), motor parçaları,  çalı eti (yerel adıyla bush-meat'in tipik avlanma şekli; çalılar çember seklinde ateşe verilir, ateşten kaçan hayvanlar bir şekilde öldürülür ve bush-meat - çalı eti- olarak satılır), ilaç niyetine bitki kökleri ... 

            Buradan Praça de Independencia’ya geliyoruz, hazır pazar gezmeye başlamışken meydandaki halk pazarına bakmadan olmaz. Burası az önce girdiğimiz merkez pazarın daha salaş olanı. Tezgahlar arasına 3-4 sandalye bir buzdolabı atan başlamış bira satışına, nerdeyse her on tezgaha bir birahane düşüyor. Domates, balık ve ayakkabıların hemen yanında çakırkeyif yüzler. Halk pazarından çıkıp hemen sola dönünce bu kez tavuk pazarına giriyoruz. Mozambik’in altyapısı iç savaşta yok olduğu için ulaşım çok yavaş ve ülkede frigorifik kamyon yok gibi bir şey. Peki Mozambik’in sıcak havasında şehirdekilerin yiyeceği etler bozulmadan nasıl taşınacak? Etlerin bozulmasını engellemek için hayvanlar canlıyken tabii. Pazarda adına yakışır biçimde tavuktan başka bir şey yok, mehter marşıyla girip İzmir marşıyla çıkıyoruz. O hızla katedrali geçip “Demir Ev”’e yönleniyoruz. “Demir Ev” tamamen çelikten yapılma güzel bir bina. Bina, 1892 yılında ünlü mühendis Eyfel tarafından yapılmış. Hangi Eyfel demeyin canım. Hani şu Paris’teki Eyfel kulesini yapan işte. Paris neresi Mozambik neresi diyeceksiniz. Haklısınız Eyfel hiç Mozambik’e gelmemiş. Mozambik valisinin evi olması için ısmarlanan yapıyı prefabrike olarak tamamlayıp monte edilmesi için göndermiş. Ev Maputo’ya kurulmuş ama Afrika’nın sıcak güneşi altında çelik bir kutuda yaşama fikri valiyi pek açmamış. Vali evi beğenmeyince, Eyfel’in bu eserini devletin “sıcaklığa dayanıklı” kurumları kullanmış. Binanın bugünkü sakinleri Mozambik Milli Kültür Müdürlüğü. Eyfel’in tasarladığı bir eser görmek isterim, ama uzağa gidemem diyorsanız ve İzmirliyseniz işiniz kolay: İzmir Konak İskelesi de Eyfel’in imzasını taşıyor.

Jardim Tunduru botanik bahçesinin  kapısındaki satıcılardan açlığımızı yatıştırmak için bir şeyler alırken bir minibüs konvoyu  kornalar çalarak geliyor; düğün alayı. Gelin-damat önümüzden geçip giderken, şarkılar söyleyip dans ediyorlar. Sonra yine minibüsler geliyor, yeni damat-gelinler önümüzden geçiyor. Biz şaşkın bir şekilde bakınırken düğün alayındakilerden biri durumu açıklıyor: " Bizim kabilede evlilik töreni sabah başlar, gelini evden alırız, sonra kilisede evlenmeye gideriz. Bu bitince belediyede resmi olarak imza atarız, sonra açık havada bir yere gelir şarkılar söyleriz, siz şu anda bunu görüyorsunuz. Şarkılar bitince yemek yeriz,  gelin ve damat tarafı birbirine hediyeler verir. Hediye faslı bitince hep beraber bira içeriz. Ertesi sabah ayılınca tekrar öğlen yemeği yer ve dağılırız".  Anlaşılan bütün düğünler bu takvime sıkı sıkı uyduğu için düğün alayları aynı anda şehir merkezindeki tek bakımlı yeşil alana aynı anda varmaya başlamıştı. Etraf ana baba günü oldu, oturduğumuz yerden ağaçlar izin verdiğince şarkı söyleyip dans eden dört ayrı grubu görebiliyoruz ama gerideki ağaçların arasından başka grupların sesleri de gelmeye başlıyor. Cumartesi akşamüstü Maputo'da ağaçların altında sekiz ayrı Afrika şarkısını aynı anda dinleyip, dört ayrı düğün grubunu seyrediyoruz. Gezmeyi seviyorum!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...